Serpil Sancar: ‘Diyanet Medeni Yasa alanına girdi’
Prof. Dr. Serpil Sancar Diyanet'in artan yetkisine, kadınların yaşamlarına din aracılığıyla nasıl müdahale edildiğine, dünya genelinde kadın haklarına yapılan saldırılara dair sorularımızı yanıtlıyor.

DOSYA 7. gün

Diyanet İşleri Başkanlığı’nın zamanla artan yetkisine, tarikat ve cemaatlerin etkinliğine, kadınların yaşamlarına din aracılığıyla nasıl müdahale edildiğine dair konuştuğumuz Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi öğretim üyesi Prof. Dr. Serpil Sancar, yaşanan sürecin kadınların medeni haklarının adım adım “hukukun” alanı olmaktan çıkarılarak “dinin” ve dini teamüllerin etkin olduğu bir süreç olarak yaşandığına dikkat çekiyor. Bunun kadın hakları bakımından önemli gerilemeler ve gerilimler yaratacağına dikkat çeken Sancar, “Kadın-erkek fıtratları gereği eşit değildir” anlayışını yaygınlaştıran Diyanet’in devletin “icracı bir mekanizması” haline adım adım nasıl getirildiğini anlatıyor.


Prof. Dr. Serpil Sancar | Fotoğraf: Sabancı Üniversitesi Toplumsal Cinsiyet ve Kadın Çalışmaları Mükemmeliyet Merkezi

Diyanet İşleri Başkanlığı’nın yetkileri kurulduğu zamandan bugüne kadar sürekli artarak geldi. 1965 yılında 633 sayılı Diyanet İşleri Başkanlığı kuruluş ve Görevleri Hakkında Kanun ile, 82 Anayasasında “milli birliği sağlama” sorumluluğu ile ancak Diyanet İşleri Başkanlığı’nın AKP döneminde rolü nasıl değişiklik gösteriyor?

Diyanet İşleri Başkanlığı’nın tarihine bakacak olursak; yeni kurulan Cumhuriyet ile birlikte devletin Sünni İslam’ı ulus devletin bekası için  kontrol etme aygıtı diyebiliriz. Bu sayede Sünni İslam’a yeni bir yorum katıyor; daha sade, devletle barışık, dindarları devletle uyumlu hale getirecek bir Diyanet… Bu laiklik mi değil mi sorusu ayrı bir tartışma konusu. Bugünden bakılınca çok da laikliğe uygun olmadığı anlaşılıyor zaten. Zaman içinde aşama aşama dini eğitimler, Kuran kursları, imam hatip okullarının yaygınlaşması, cemaatlerin güçlendirilmesi gerçekleşiyor. Uzun ve ilginç bir siyasi tarihi var Diyanet’in.
2002’den sonra AKP hükümetiyle birlikte 2010’a kadar Diyanet İşleri Başkanlığı kadın erkek eşitliği, toplumsal cinsiyet eşitliği, kadın haklarının korunması konusunda eşitlikçi bakış açısından önemli şeyler yapıyor. 2010’dan itibaren bu yaklaşım değişiyor çünkü AKP’nin siyasi müttefikleri değişiyor: liberaller gidiyor, yerine daha muhafazakâr, daha dindar kesimler geliyor ve bunların talebi de Diyanet’in kadın ve aile alanını dini esaslara göre yeniden düzenlemesi. Yani 1926 Medeni Yasası ile kadınlara verilen haklardan çok rahatsız olan azınlığın talepleri Diyanet’e egemen olmaya başlıyor.  

Bunun üzerine 2010’da Diyanet İşleri Başkanlığı’nın yasasına kadın ve aile konusunda “dini rehberlik yapar, gerekli faaliyetin kurumsallaşmasını sağlar” diye bir madde konuyor. Hemen sonra Türkiye çapında tüm müftülüklerde Aile ve Dini Rehberlik Büroları kuruluyor. Kadın Danışma Merkezleri gibi bir yapı bu. Buralara başvuruların yüzde 98’i kadınlar tarafından yapılıyor. İlahiyatçılar kadınlara dini yorumlar altında aile, doğurganlık, kürtaj, tüp bebek, boşanma, velayet, şiddet konularında dini açıdan yorumlar yapıyor. Bu meseleler, kadın sorunları Medeni Kanun ya da Ceza Kanunu tarafından düzenlenmiş meseleler. Boşanma, velayet, kürtaj, tüp bebek, taciz, şiddet; bunlarla ilgili yasal düzenlemeler var. Kadın hakları tanımlanmış, ne yapılması gerektiği belli. Ama Diyanet bunlara bakmadan dini açıdan bambaşka yorumlar yapıyor. Mesela “Kürtaj dinen yasaktır” diyor. Boşanmada kadınların nafaka hakkına dair konuşuyor. “Ailede eşitlik değil fıtrat esastır, kadınlar aileye sahip çıkmalı, kocalarına itaat etmeli” diyor. Diyanet’in görev alanı, Türkiye’nin laik alanıyla, hukuki alanıyla çelişiyor. Özellikle kadın ve aile ile ilgili meselelerin düzenlendiği hukukim alanlar ile çelişiyor. Bu gelişme nedense siyasi alanın çok az dikkatini çekmiş bir konu. Kadın hakları örgütlerinin de çok az dikkatini çekmiş bir konu. Ben Din Hizmetlerine Erişimde Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Raporunu yazınca gördüm ki bu iş oldukça ileri boyutlara ulaşmış.

ŞİDDETLE MÜCADELE ULUSAL EYLEM PLANINDA DİYANETİN GÖREVLERİ GENİŞLETİLDİ

Bunun bir diğer boyutu da Kadına Şiddetle Mücadelede Ulusal Eylem Planları. Çünkü 3. Eylem Planı’nda, Diyanet İşleri Başkanlığı’na ciddi bir görev verilmişti. Yeni çıkan, 4. Kadına Şiddetle Mücadelede Ulusal Eylem Planı’nda ise bu görev daha da genişletilmiş. Nasıl bir görev bu? Aile Bakanlığı tarafından yürütülen ve esas olarak Kadının Statüsü Genel Müdürlüğü tarafından hazırlanan Kadına Şiddeti Önleme Ulusal Eylem Planları, 6 temel kurumu sorumlu sayıyor; Aile Bakanlığı, Adalet, İçişleri, Sağlık, Milli Eğitim Bakanlıkları ve Diyanet. Diyanet İşleri Başkanlığı bu diğer 5 icracı, devletin temel kamu hizmetini yürüten  kurumların içinde sayılıyor ve yeni eylem planında da şiddeti önlemek için eğitimler yapmaktan, aile okulları açmaktan tutun da veri toplamaya, istatistiksel araştırma yapmaya, yurt dışına farklı örnekleri anlaması için uzman göndermeye kadar kadına yönelik şiddetle mücadelede temel aktör haline getiriliyor.

YASAL OLARAK TANIMLANMIŞ ALANLAR DİYANET2E BIRAKILIYOR

Burada ne sorun var? Eğer Diyanet İşleri Başkanlığı bu görevi kadın haklarına, cinsiyet eşitliğine dayalı; Anayasa’nın 10. Maddesine uygun bir şekilde “Kadın erkek eşitliği gerçekleştirmenin devletin görevi  olduğu hükmüne” dayanarak, Anayasa’nın 41. Maddesinde yer alan “Ailede eşler arasında eşitlik temeldir” ilkesine uygun olarak, Anayasa’nın 90. Maddesinde yer alan  “Uluslararası alanda imzalanmış insan hakları ile ilgili sözleşmelerin iç hukuk yasalarından üstün olacağı” ilkesine uygun olarak yapacaksa bir sorun yok elbette. Ama kurumun mevzuatında bu görevi nasıl yapacağı başka ilkelere göre tanımlanmış. Örneğin cinsler arası eşitlik yerine adalet ve merhamet ilkelerine göre çalışır deniyor. Bu kavramların ne anlama geldiğini hiçbir hukuki metin tanımlamıyor. Diyanet, kadın hakları ve aile konusunda Türkiye’nin yasalarına ve uluslararası tariflerine uymuyor. Uymak gibi bir derdi de yok. Mevzuatında da böyle bir şey tanımlanmamış, dolayısıyla bu alanlar din tarafından düzenlenmek üzere aşama aşama hukuki alan dışına çıkartılıyor ve Diyanet’e bırakılıyor.  

TARİKAT VE CEMAATLERİN KAMU KURUMLARINDA BELLİ BİR ETKİNLİĞİ VAR

Sadece Diyanet İşleri Başkanlığı özelinde değil, çeşitli tarikat ve cemaat çevrelerinin de etkisiyle kadın haklarına dini temelde karşı çıkıldığı ve iktidarın da bu çevrelerin gönlünü hoş tutmak istercesine önüne konan istekleri yerine getiriyor gibi adımlar attığı bir gündem var. Tarikatların taleplerinin hükümet tarafından siyasi gündeme getirildiğini gözlemliyoruz. Dini çevrelerin etkisi ne oluyor?

Diyanet’in tarikatlar ile ilişkisi ayrı bir mesele. Tüm önemli tarikatlar Diyanet ile bağlantılı, Diyanet tarafından fonlanan yapılar haline geldi. Tarikatlar ve cemaatler sivil olma özelliğini kaybettiler ya da zaten öyle değillerdi. Sadece Diyanet değil tarikat ve cemaatlerin kamu kurumlarının hepsinde belli etkinliği var. Hükümet öncelikli olarak tarikat mensuplarını istihdam etme, önemli karar konumlarına yerleştirme politikası güdüyor. Birebir kadın hakları ile ilgili değil ama doğrudan laiklik ile ilgili. Temel kriter liyakat olmalı ama gerçeklikte öyle olmuyor tabi.

DÜNYA GENELİNDE BÜYÜYEN SAĞ POPÜLİZM

Dünya çapında muhafazakâr dini söylemin kadın haklarını hedef alan biçimde yaygınlaştığı ve otoriter muhafazakâr politikaların temsilcisi siyaset anlayışlarının da iktidara geldiği bir süreç yaşanıyor. Polonya'da, Macaristan'da da örneğin İstanbul Sözleşmesi din, inanç, gelenekler etrafında bir tartışmaya konu oluyor. Türkiye hangi yanlarıyla özgün hangi yanlarıyla dünyadaki bu tabloyla uyumlu bir durum sergiliyor?

Dünyada yükselen bir sağ popülizm var. Sağ popülizm içinde muhafazakarlık, ondan daha önemli dinsel fanatizmin yeri var. Hem Katoliklik hem Yahudilik hem de İslam açısından. Bunun önemli hedeflerinden biri de kadın hakları, aile değerleri, göçmen mülteci hakları, LGBTİ bireylerin hakları… Türkiye açısından da muhafazakârlar bu işin temel aktörü diyemeyiz. Söz konusu olan İslami çevrelerin bir kesimi, radikal İslamcı kesimler kadın haklarına saldırıyor. Muhafazakarlara da saldırıyorlar aslında, muhafazakarların da kadın hakları alanında belli bir politik çizgileri var, belli çatışma alanları olsa bile. Toplumsal yaşamın temelini dine dayandırmak isteyen bir siyasi akım bu. Türkiye’de de dünyada da bu böyle. Dinin önemli bir yer tuttuğu yeni bir muhafazakâr dünya isteniyor, sağ popülistler, İslamcılar, selefiler, fundamentalistler tarafından. Türkiye de bu doğrultuda birçok şeyin ilk olarak yaşandığı ülkelerden biri. Türkiye’ye bakıp başka ülkelerde neler olacağını da görmek mümkün.

‘YAN YANA GELME ZEMİNİMİZ VAR’

Bu gidişat kadın hareketi içinde nasıl ele alındı? Siz eksiklikleri ne olarak görüyorsunuz? Mücadele hattı bakımından ne düşünüyorsunuz?

Kadın hareketi açısından birkaç aşamada mesele gündeme geldi. Başından itibaren laiklik kadın hareketinin önemli bir ilkesiydi. Dindar kadınlar ile feministler arasında hep bir mesafe olmuştur ama başörtüsü meselesi çıkınca Kemalistler ve Atatürkçüler bu konuda çok sert bir tavır takındılar. Hiçbir şekilde başörtülü kadınların kamusal hayata giremeyeceğini söylediler. Feministler burada başörtüsü serbestliğinden yana bir tavır takındılar; kadınlar adına  karşı çıkılacak olan şeyin kadınların örtünmesi  değil, onları bu noktaya getiren siyasi hareket olduğunu söylediler. Başörtüsünü kamusal alanlarda yasaklamak isteyenler  kaybetti, başörtüsü serbest bırakıldı. Serbest bırakılmanın ötesinde feministler fazla seslerini çıkarmadılar ama yanlış adımlar da atıldı. Bazı stratejik kamu görevlerinde, kıyafet zorunluluğunun olduğu polis, asker, hakimlik gibi kamu görevlerinde, tarafsız olması şartı olan ve bunu üniformasıyla sembolize eden kamu görevlilerinde başörtüsü, başka tür siyasi ideolojik sembol olarak yerleşti. Polis, asker üniformasının üstüne, altına, yanına bir şey takmaz. Hakimler de öyle. Başörtüsü bunu da kapsar hale geldi. Kadınların yaşamına müdahale etmemek meselesini aştı, başörtüsü kullanılarak laikliğe müdahale alanına geçti. Başörtüsü serbest bırakıldı ama zorla başını örtmek durumunda kalanlar konusunda bir adım atılmadı. Bu bir kadın hakları sorunu haline dönüşemedi. Bir nokta aşıldı ama başka bir noktada başka bir hak ihlalleri alanı açıldı. Feministler bu konuda ciddi bir eksiklik ve apolitik bir tutum gösterdiler ve bugünkü noktaya geldik.

İslam dininin kadınlar konusunda kısıtlayıcı hükümleri (doğurganlığın dinin ve ailenin kontrol altında tutulması, aynı denetim ilkesinin erkeklere uygulanmaması gibi uygulamaları) ile ilgili tabi ki gerilimler oluyor ama zaman zaman feminist hareket ile dindar kadınların bir araya gelip önemli işler başarabiliyor.  Kadın hakları konusunda ciddi bir şeyler yapılması gerektiğinde bu kesimlerin bir araya gelmesi, ortak zeminde buluşması şart. Bu yan yana gelişin de zemini var. O olmadan Türkiye’de önemli kadın hakları reformları yapılamıyor.

Dosyadaki tüm yazılara ulaşmak için TIKLAYINIZ

Fotoğraf: DHA

İlgili haberler
EMEP: ‘Diyanet, kadınların mevcut haklarına dini t...

Sorularımızı yanıtlayan EMEP Genel Başkan Yardımcısı Selma Gürkan, Diyanet’in artan etkisi ile tek a...

Rosa Kadın Derneği: ‘Diyanet’in etkisi artarken, k...

Rosa Kadın Derneği Başkanı Adalet Kaya, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın devletin her kademesinde üstle...

1924’ten günümüze bütçesi, mevzuatı, kurumları, pe...

Dünden bugüne Diyanet İşleri Başkanlığı'nın nasıl değişimlere uğradığına, yetkilerinin nasıl değişti...