
İçinden geçtiğimiz günlerde kadınlar talepleriyle en öndeydi, öfkeliydi. Çünkü güvencesizlik ve şiddet, yani kadınların en yakıcı, en öncelikli sorunları artık tahammül edilemez noktaya evrilmiş vaziyette. Her buluşmada, her toplantıda, her sohbette konu dönüp dolaşıp yine buraya geliyor.
Kadınlar artık yüksek sesle söylüyor:
“Korkarak yürümekten bıktık!”
“Yine işler yavaşladı… Ya beni de işten çıkarırlarsa?” endişesinden bıktık.
“Çocuklarımıza sürekli yok demekten bıktık.”
“Uğradığımız tüm şiddet biçimlerine karşı sessiz kalanlardan bıktık.”
“Tüm yasalarıyla patronların arkasında duranlardan bıktık.”
“Biraz daha insanca koşullarda çalışmak için sendikalaştığımızda bunu duyar duymaz bizi kapının önüne koyan patronlardan da bıktık.”
Ve şimdi… Tüm bunların üstüne, bu yılın aile yılı ilan edilmesiyle birlikte bir kez daha dayatılan o görünmez ama ölümcül güvencesizlikten de bıktık.
‘AYNI TEPKİYİ GÖSTERİYORUZ, NEDEN BİRBİRİMİZDEN GİZLİYORUZ?’
19 Mart herkes gibi kadınlar için de dönüm noktası oldu. Kadınlar bu sürece dair, “demokrasiye, insan haklarına yapılan bu saldırı bardağı taşırdı ve her şeyi bir anda ortaya serdi” diyor.
Fabrikada çalışan kadınlardan biri anlatıyor: “Ben normalde her akşam koşa koşa eve gitmek zorundayım. Çünkü çocuklarım okuldan gelince evde yalnız ve aç kalıyorlar. Onlara yetişme telaşım hiç bitmiyor. Gecem gündüzüm hep çalışmakla geçiyor. Ama Saraçhane’ye 3. gününde ne olacaksa olsun diyerek gittim. Aradım çocukları, anlattım durumu. Kırk yılın başı komşuma gitmelerini söyledim. Öyle tek başına çıkıp gittim ve eve döndüğümde saat gece birdi. Öylesine deşarj oldum ki sanki hayatımda kötü giden ne varsa hepsine karşı durmuş gibi hissediyordum. İlk kez çocuklarım için iyi bir şey yaptığım düşüncesi beni rahatlatıyordu. Komşuma o akşam yalan söyledim, ‘fazla mesaiye kaldım’ dedim. Beni yargılamasından biraz çekindiğim için bunu yaptım. Çünkü ben yalnız bir kadınım ve eğer mesai yoksa başka bir şey yapmaya hakkım olmadığını söylediklerini duyar gibiydim. Ertesi gün fabrikaya gittim yakın birkaç arkadaşıma ‘Bu akşam birlikte gidelim’ diye heyecanla anlattım. Bir tanesi ‘Sessiz ol kimseye söyleme. Bizi işten atarlar’ dedi. Meğer o da gitmiş ve en yakın arkadaşım bana bile güvenmemiş. Kendi kendime sordum ‘Biz ikimiz de aynı şeyleri yaşarken nasıl olur da birbirimize karşı bu kadar güvensiz davranıyoruz?’ diye. Başka birkaç arkadaş daha duydu benim mitinge gittiğimi. Sonra münakaşalar büyüdü. Fabrika da en az 20 kişi Saraçhane’ye gitmiş. Bu da haberimizin olduğu kişilerin sayısı. Belki de daha fazlası gitmiş ve bizler yan yana durmak yerine birbirimizden korkar durumdayız. Saraçhane’ye sadece İmamoğlu için değil tüm geleceğimiz için, yokluğa, yoksulluğa karşı da gittim ve oradaki dayanışmadan, birliktelikten çok etkilendim. Öyleyse bunu neden her yerde yapmayalım ki?”
‘SUSUN YOKSA İŞTEN ÇIKARIRIZ’
Bir metal fabrikasında çalışan başka bir kadın yaşadığı iş kazası sonucu parmağını kaybetmiş. “Patronum baba adam” diyor ve ekliyor “Tüm tedavimi üstlendi; kaza yapmak benim suçumdu.” Sohbetimiz ilerledikçe aynı fabrikada en az 5 işçinin daha parmaklarının koptuğunu öğreniyorum. “Hadi sen hata yaptın peki diğer işçiler?” diye sorduğumda bir süre susuyor. Konuşmaya başladığında fabrikada ona mobbing uygulandığını, parmağının sakatlığından dolayı asıl meslek kazandığı işi yaptırmayarak daha sıradan bir işe verip asgari ücretle çalıştırıldığını anlatıyor. “Ev geçindiriyorum ve bu para yetmiyor” dediğinde kapıyı göstermiş o baba olan patronu. Sohbet ilerledikçe İmamoğlu eylemlerinin fabrikada gündem olduğunu ve işçilerin ağız dalaşıyla birbirilerine düştüğünü, bunun üzerine patronun özellikle muhalif işçilere kötü muamele yaptığını öğreniyoruz: “Eylemlere çok gitmek istedim ama korkumdan gidemedim. Çünkü ‘Eylemlere giden işçileri tespit edersek işten çıkarırız’ diye tehdit ettiler.”
BİRLİKTE HAREKET ETMEYİ KENDİNDEN AYRI TARİF EDİYORLAR
Bu iki örnek, birlikte hareket etmenin dışında bir yol olmadığını açıkça gösteriyor. Fakat bunun olamamasının önemli sebeplerinden birinin işsiz kalma korkusu olduğu kesin. Ülkenin içinden geçtiği bu durum, işçileri her türlü baskılıyor çünkü siyasi gelişmeler söz konusu olduğunda büyük fikir ayrılıkları olduğu gerçeği önlerine çıkıyor. Bir işçi uzvunu kaybediyor ama sırf tedavisi yapıldı diye bunu bir lütuf olarak değerlendiriyor. Ama aynı patron gideceği mitinge bile karışıyor. Parmağını kaybetmiş işçiye, işten ayrılsın diye çeşitli baskılar kuruyor. Aslında bu baskıyla arasındaki bağı anlamak zor ve anlaşılmaz geliyor.
Her sohbetimizde işçi kadınlar birlikte hareket etmekten dem vursa da kimse özne değilmiş gibi her şeyi kendisinin dışında tarif ediyor. Yokluk, yoksulluk güvencesizlik bunların hepsinin farkında olup ama iş, değiştirmeye geldiğinde çeşitli çekinceler devreye giriyor.
1 MAYIS DÖNÜM NOKTASI OLACAK
Tüm gelişmeler tam da 1 Mayıs’a doğru giderken bize birleşik bir mücadele hattını örmek ve bu korku duvarlarını fabrikaların içinden başlayarak yıkmak gerektiğini gösteriyor. Bunların çeşitli yol, yöntemleri var. İşçi kadınlar derdini daha çok anlatır, daha çok çözüm arar. Bizim gözlemimiz gelişmeleri daha dikkatli izledikleri yönünde. Bu nedenle “Sendikalardan neden ses çıkmıyor? Bizler bu kadar ezilirken niye hiç yanımızda değiller?” sorusu uzun süredir soruluyor.
Bu yılın aile yılı ilan edilmesi ile birlikte kadınları güvencesiz, esnek çalışmaya mahkum etmek isteyen, şiddete karşı önlem almayan iktidarın karşısında kadınlar artık kendini mücadelenin öznesi ve tüm bu koşullara karşı değiştirici bir güç olarak görecektir. Önümüzdeki 1 Mayıs bu nedenle işçilerin birliği ve mücadelesi için dönüm noktası olacağı çok açıktır.
Görsel: Yapay zeka tarafından oluşturuldu
- EN SON
- ÇOK OKUNAN
- ÖNERİLEN
Editörden
Bültenimize abone olun!
E-posta listesine kayıt oldunuz.