
2025’e “Bu yıl aile yılı değil mücadele yılı olacak” diye başlamıştık. Yeni yıla da tek adamın grev yasaklarını delen metal işçileri ve onların kazanımı ile girmiştik. Daha da geriye gidelim. Sonbaharda İkbal ve Ayşenur’un vahşice katledilmesinin ardından üniversitelerde öğrenciler, kent merkezlerinde halk sokağa dökülmüştü. Pek çok işçi greve çıktı; Kocaeli, İzmir greve çıkmış iş yerlerinin çoğunlukta olduğu illerdi. Şubat ayında ise Başpınar işçilerinin fiili grevi Valilik tarafından yasaklanmıştı. Eylemlerin sindirilmesi için BİRTEK-SEN Genel Başkanı Mehmet Türkmen tutuklanmıştı. 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü miting ve eylemleri neredeyse her ilde geçtiğimiz yıla göre çok daha kitlesel bir şekilde gerçekleşti, “aile yılı” adı altında kadınları esnek çalışmaya ve her anlamda güvencesizliğe mahkum etme planlarının karşısında “şiddetsiz, güvenceli bir yaşam” talebi öne çıktı. Saldırılar da bu sırada kesilmedi; belediyelere atanan kayyımlar, emek ve demokrasi güçlerine ev baskınlarıyla yapılan tutuklamalar, Avrupa’nın en büyük barosunun seçilmiş yönetimini feshetme girişimi…
19 Mart’ta ise İstanbul Büyükşehir Belediyesi Başkanı İmamoğlu’nun önce diplomasının iptali, ardından gözaltına alınmasıyla başlayan süreçte Valilik yasaklarına, gözaltılara rağmen yüz binler sokaklara çıktı. Üniversite öğrencilerinin polis barikatını aşmasının verdiği cesaret ve umutla eylemler büyüdü. Eylemlere katılan, katılmasa da heyecanla takip eden, dayanışma sandığına giden kadınların söylemleri çoğunlukla ortaklaşıyordu. Patlayan öfke, işçi, emekçi ve öğrenci kadınların bu zamana kadar biriktirdiklerinin bir göstergesiydi:
“Konu sadece İmamoğlu değil, demokrasi, adalet…”
“Belediye Başkanının diplomasını iptal ediyorlar, diplomanın da değeri kalmadı.”
“Açlık, yokluk had safhada, artık yeter, kabul etmiyoruz.”
“Bu apaçık irademizin gasbıdır, seçtiğimize de saygı duymuyorlar.”
Eylemlerle birlikte üniversite öğrencilerin ev baskınlarıyla göz altına alınması, 301’inin tutuklanması, sosyal medyaya getirilen bant daraltmaları, akademik boykotu destekleyen akademisyenlere üniversite yönetimlerinden ve YÖK’ten tehditler, ekonomik boykot çağrısı yapan oyuncuların işlerine son verilmesi... Tüm bunlar iktidarın, yaşadıkları tüm koşullara karşı öfke duyan ve değişim için o öfkesini birleştirme yolunda olanların karşısında örmeye çalıştığı duvarın tuğlalarından birkaçıydı.
Üst üste dizilen, harç ile birbirine bağlanmaya çalışılan tüm tuğlalara rağmen özellikle kadınlar hem verdikleri tepkilerle hem de eylemlerdeki pozisyonlarıyla öne çıktı. Daha önce AKP’ye oy vermiş kadınların dayanışma sandıklarının yerlerini sorması, akşamları Tuzla’dan Saraçhane’ye her akşam gitmek için koşullarını zorlamaları… İstanbul’u bilen bilir, bu çok uzun bir yoldur. Bu süreç boyunca Ekmek ve Gül’e yazılan tartışma izlenimlerinde daha önce “Siyaset hiç sevmem, bana göre de değil” diyen kadınların iş arkadaşlarıyla “Bu artık hayat memat meselesi” diye tartışmaya başlaması, markete çıktığında ellerindeki boykot listesine göre alışveriş yapmaya çalışmaları...
YENİDEN KAZANANA KADAR MÜCADELEYE DEVAM
Burada üniversiteli genç kadınlara özel bir parantez açmak gerek. Kadına yönelik şiddet vahşileşerek artar, şiddeti önleyecek mekanizmalar birer birer hedefe konulurken kadınların hakları ve hayatları için sokaklarda yan yana geldiği, üniversitelerde kulüplerinde buluştuğu bir süreçten de geçiyorduk. 25 Kasımlar, 8 Martlar, haklarını hedefe koyan yasalara karşı tepkiler, barınma ve güvenlik koşulları için yurt eylemleri… Üniversiteli genç kadınlar bu süreçte diğer kız kardeşleri gibi öfkelerini biriktirirken aynı zamanda mücadele ve eylem deneyimi de biriktirmişti. 19 Mart sonrasında gerçekleşen eylemlerde de bu birikimleriyle öne çıktılar. Bu eylemlerde cinsiyetçi dili önleme, küfürleri ve şovenist söylemleri engelleme konusunda da bariyer oluşturdu genç kadınlar. O söylemlerin kadın düşmanı etkilerini günlük yaşamlarında deneyimledikleri için, bu ifadelerin kadınların hayatını güvensizleştiren birer araç olduğunu çok iyi biliyorlardı.
Üniversite öğrencileri de biriken talepleri ve sorunları ile bu mücadeleyi birleştiriyor. Tutuklanan gençlerden Selinay Uzuntel mektubunda şunu söylüyor: “Üniversiteler; öğrencisi, emekçisi, akademisyeni ile üniversitedir. Bu düzenden alacağımız yeni bir hayat var derken demokratik üniversitelerin, akademik özgürlüklerin, nitelikli eğitimin vazgeçilmez taleplerimizden olduğunu hep söyledik, söylemeye de devam edeceğiz. Üniversiteleri gerçekten akademinin, emeğin kaleleri olarak yeniden kazanana kadar mücadeleye devam!”
‘ADALET EN ÇOK KADINLARA LAZIM’
Bugün hukukun sadece bir kelimeden ibaret kaldığı, adaletin üzerinde tepinildiği, yargı kurumlarının iktidarın kendi hukukuna bile uymayan şekilde doğrudan bir sopa olarak kullanıldığı günlerden geçerken en iyi kadınlar biliyor bunun karşısında durmanın en çok kadınlar için neden gerekli olduğunu. Çünkü şiddete uğrayıp karakola sığındığında eve gönderilen kadınlar, bugün aynı yargının suçsuzken onları mahkum ettiğini gösteriyor.
19 Mart’tan beri eylem ve protestolara katıldıkları için gözaltına alınan gençler darp edildiklerini anlatıyorlar. Genç kadınlar polislerin cinsel saldırılarını, tacizlerini anlatıyorlar. Cezaevinde çıplak aramaya maruz kaldıklarını anlatıyorlar. Bunun karşısında Adalet Bakanı Yılmaz Tunç ise cinsel şiddet faili olan, görevi kötüye kullanan tüm sorumluların tespit edilip yargılanacağını söylemek yerine sadece inkar ediyor. İçişleri Bakanı Yerlikaya ise, "Meşruiyeti sokakta arayanlara en net cevabı verdiniz" diyerek iddiaların soruşturulmasının sorumluların cezalandırılmasının önüne geçiyor.
Dayanışma sandıkları kurulduğu gün Ankara Sincan’Da Alüminyum fabrikasında çalışan genç bir işçi kadın adaletin neden en çok kadınlara lazım olduğunu kendi yaşamı üzerinden şöyle anlatmıştı: "Bu hükümet, masum insanların kanı ile ayakta kalıyor. 15 Temmuz’da herkesi sokağa çağırdılar, şimdi ise bu insanların kanı ile kurdukları iktidarlarında adaletsizlikleri ve hukuksuzlukları sürdürüyorlar. Sağ kökenli bir ailem var, onlar bile şimdi ekonominin halini anlatınca karşımdaki seslerini çıkaramıyor. Bu ülkede adalete en çok kadınların ihtiyacı var. Ben çok şiddetli bir boşanma süreci geçirdim. Eşim, üzerindeki adli tüm vakaları kaldırdı ve şimdi rahatça iş bulabiliyor. Eğer güçlü bir kadın olmasaydım, ayakta duramazdım, belki de bugün burada olamazdım. Annemin ezildiğini görerek büyüdüm, bugüne böyle geldim. Kızım ezilmesin diye de ayaktayım. Adalet, bu yüzden bütün kadınlara lazım, çünkü herkes güçlü olamayabiliyor."
Ama şimdi 10. Yargı paketi ile eşitsizliği derinleştirecek, kadına şiddeti hat safhaya çıkartacak, haklarını savunan kadın örgütlenmelerini ve yayınlarını hedefe koyacak değişiklik de kadınların önünde büyük bir risk. Bu sayıda Av. İlke Işık bunun sebeplerini tane tane anlattığı için buna detaylı değinmeyelim bu yazıda.
BİZİ KANDIRMASINLAR
Bu süreçte Emniyet’in hazırladığı elektronik kelepçe, gaz ihaleleri de halka karşı kullanmak üzere halkın cebinden kesilen paralar oldu. Bir de bunun üzerine eylemlerin ekonomiye zarar verdiğine ikna etme girişimine girdiler. Bu söylemlere de en çok öfkelenen kadınlar oldu. Ekonomik krizin yükünü hep daha fazla taşımak ve altında ezilen kadınlar yanıt veriyor: “Bu eylemlerden önce de çok iyi değildi ekonomi. Bize sürekli ‘Dişinizi sıkın, aman biraz dayanın’ diye diye açlığı öğrettiler. Şimdi biz hakkımızı aradık diye mi ekonomi bozulmuş oldu? Ben her gün okula gidebilirdim ama gidemiyorum. Verdikleri kredi yetersiz, okumak masraflı. Bu yüzden çalışıyorum. Dün çok iyi değildi ekonomi de bugün bozulsun. Bizim gerçeğimiz buydu hep.”
EN GÜVENLİ ALAN MÜCADELE ALANI
Bu süreçte bütün gözdağlarına rağmen üniversite öğrencileri akademik boykot örgütlemekle sınırlamadı mücadelesini. İşçi ve emekçilere de gidilecek yolun çağrısını yaptı: Genel grev, genel direniş. Bu slogan geniş halk kesimlerine de yayıldı, izlenmesi gereken yol olarak kabul edilen bir slogana dönüştü. Dergimizde yer alan izlenimlerde pek çok işçi kadın hayatı durdurmak gerektiğine hak verse de bunun nasıl gerçekleşeceği konusunda haklı soru işaretlerine sahip. Sendikalı olanlar sendikalarının sessizliğine öfkeli, sendikasız olan kadın işçiler ise “O grevi büyük iş yerleri yapar” diyor. İşçi sınıfına üretimden gelen gücünü kullanması ve sınıf olarak hareket etmesi için yapılan bu çağrının koşulları henüz olmasa bile bu kadar sahiplenilmesinin önemi açık.
Ekmek ve Gül’de de yer alan yazılarda işçilerin “birbirine güven duyma” sorununun bugün de sürdüğünü eylemlerde görüyoruz. İlerleyen sayfalarda Adile Doğan’ın aktardığı izlenimlerde işçi bir kadın soruyor: “Aynı eyleme gidiyoruz, aynı hukuksuzluklara Saraçhane’de tepki gösteriyoruz ama iş yerinde en yakın arkadaşımızla bile bunu paylaşmıyoruz. Neden aynı tepkiyi verirken birbirimize bu kadar güvensiziz?” Bu soru önümüzdeki dönem açısından çok kritik çünkü birbirine güven zaten mücadelede oluşuyor. Kadınlar için tek güvence, birbirine güveni de bulabileceği tek yer mücadelenin içinde olmak.
Mücadeleden kastımız sadece sokağa çıkmak değil; kendi iş yerinde, okulunda, sınıfında örgütlü mekanizmalar kurmak ve kalıcılaştırmak, istikrarlı bir mücadeleyi asıl olarak buralarda sürdürmek ve çeşitli alanlarda süren mücadelelerle birleşmek. Üniversitesinde bölüm komitesini, boykot komitesini, öğrenci temsilciliğini etkinleştirirken iş yerinde iş yeri komitesini, sendika birimini güçlendirmeli; inisiyatifi sendika yönetimlerine bırakmadan kendi iş yerine dair kararları kendi vereceği bir iradeyi oluşturmak için çalışmalı.
Kadın işçilerin örgütlenmesinin önünde pek çok engel olsa da örgütlü bir şekilde mücadeleye atıldığında engelleri nasıl aştığını, nasıl kararlı hareket ettiğini de geçtiğimiz işçi eylemlerinde gördük. İçerisinden geçtiğimiz süreç örgütlülüğün bir zorunluluk olduğunu gösteriyor. Bursa’dan bir işçi kadının söylediği gibi: “Kadınlar örgütlü değil belki ama yoksulluk örgütlü, eşitsizlik örgütlü, baskı örgütlü. O yüzden artık sessizlik değil, taleplerimiz örgütlenmeli.”
Cin şişeden çıktı, öfke sokağa döküldü; iktidarın baskıları ise karşı çıkılmadıkça daha da artma eğiliminde olacak. Bu artacak baskılarına karşı harekette sendikaların ve konfederasyonların tutumu belirleyici bir önemde olsa da sendika ve konfederasyonların tutumunda da örgütlü işçilerin örgütlü iradesi ve ısrarı belirleyici olacak. O yüzden “Genel grev nasıl olacak?” sorusunda kendi örgütlerini harekete geçirmek de emekçilerin kendi ellerinde.
1 MAYIS’TA ALANLARI DOLDURUYORUZ
100 günü aşkındır çalışma koşullarının iyileştirilmesi ve toplu iş sözleşmesi hakkının tanınması için grevde olan Temel Conta işçisi Sinem’in çağrısı böyle bir örgütlülüğü oluşturduğunda işçi sınıfının neler yapabileceğine işaret ediyor: “Sadece sahnedeki kişiyi görüyoruz, artık sahnenin arkasına bakmak gerekiyor. Çünkü sahnedeki inince olay bitmeyecek sahnenin arkasındakiler başka kişiyi getirecek ve olay yine devam edecek. O yüzden sahneyi değil sahnenin arkasını komple değiştirmemiz lazım.”
Önümüz 1 Mayıs, İşçi Sınıfının Uluslararası Birlik Dayanışma ve Mücadele Günü. Toplu iş sözleşmeleri yılı olan 2025 yılının 1 Mayıs’ında işçi ve emekçilerin güvenceli bir iş, insanca bir yaşam, insanca yaşanabilir bir ücret, kamuda tasarruf adı altında kamusal hizmetlerin önüne geçilmemesi, eşit işe eşit ücret, yasaksız grev, barajsız sendika, şiddetsiz bir yaşam talepleri demokratik bir ülke mücadelesiyle bağını kurarak birleşmek ve güçlenmek zorunda. Üniversite öğrencisi kadınların güvenli kampüs, güvenli sokaklar talebi birleşmek zorunda.
Şimdi milyonlardan aldığımız ve güçle 1 Mayıs’ı örgütleme zamanı, taleplerimizle alanlardan dolup taşmak, insanca, şiddetsiz ve özgürce bir yaşamı birlikte kurma zamanı.
Fotoğraf: Ekmek ve Gül
- EN SON
- ÇOK OKUNAN
- ÖNERİLEN
Editörden
Bültenimize abone olun!
E-posta listesine kayıt oldunuz.