Gündelik dile özellikle cinsiyetçi atıflar ile yerleşen “cadılık”, birçok farklı temsil ve anlamlarla kullanılmaya devam ediyor. Hele bir de söz konusu olan kadınlara yakıştırılamayan, kadınlarda istenmeyen birtakım özellikler ise cadılığın tarihsel olarak da bozuşturulmuş anlamı hemen yardıma koşuyor. Çirkin ya da güzel, korkunç, ürpertici, deli ya da bilge, muzip, tuhaf ve gizemli kadınlar…
Öncelikle, cadıyı cadı yapan semboller üzerine düşünelim. Süpürgesi, sivri şapkası, sürekli kaynayan bir kazanı, belki evinde tuhaf şişeler, karışımlar, bitkiler ve genelde ormanda tekinsiz bir kulübesi vardır. Bunların basmakalıplaşmış göstergeler olarak cadıyı temsil etmesi ve bu şekilde fantastikleştirilmesi de sorgulamaya açıktır. Çünkü bunların kendi içinde ne anlamlar ifade edebileceği ve kadim felsefelerle, doğa temelli inançlarla bütünleşik cadılık/şifacılık pratiklerinin gerçekliği de sıklıkla göz ardı edilir. Doğayla iç içelik, bu ilişkideki açıklanamayan iletişim biçimleri ve bunlardan doğan tekinsiz potansiyeller, modern öncesi ve modern erkek-egemen toplumsal yapılarda tehdit unsurları olarak görülmüştür. Sonuç olarak bastırılmak, göz ardı edilmek, yakılmak, yok edilmek veya bugüne yakın haliyle gerçek dışına hapsedilerek fantastikleştirilmek cadılığın ve cadıların deneyimlerinden olmuştur.
ANCİLLA’NIN CADILIĞI, SALGININ İLACI
Ancilla ve Şifalı Bitkiler (1) adlı bir çocuk kitabı, konusu itibariyle bu tartışmanın bir eşlikçisi olarak görülebilir. Kitapta önce Ancilla, ardından da mekân ve zaman tanıtılıyor. Kitabın baş karakteri olan Ancilla bir kız çocuk ve onun “alametifarikası saçlarının hiçbir zaman düzgünce taranmamış oluşu”, “büyülü rengi kahverengi” ve büyüyünce olacağı şey ise şifacı. “Ormanın sınırında bulunan ufak tefek bir evde” anneannesi Brunilda’yla birlikte yaşıyor. Hikâyenin geçtiği zamandan ise, “yüzyıllar öncesine denk gelen o zamanlarda, yaşam tehlikelerle doluydu. Etrafta bir sürü hastalık kol gezerdi ama çok az ilaç vardı,” diye bahsediliyor. Sözü edilen zamanın Orta Çağ’a denk geldiğini, valinin habercisinin cadı avını duyurmasıyla ve Brunilda’nın toprakla ve toprakta yetişen bitkilerle kurduğu özenli ve başka ilişkinin cadılık olarak nitelendirilerek esir edilmesiyle anlıyoruz. Doğayla kurulan bu özel ilişki, yaşam biçiminin ve görünüşün farklılığı, şifacılık ve benzeri yetenekler ile şeytanla anlaşma yapmış olma ve otoriteler nezdinde bir suç olarak kabul ediliyordu. Dolayısıyla Brunilda ve Ancilla birer şifacı/cadıydı ve tehlikedeydi. Hikâyenin sonunda Brunilda’yı kurtaran ve Ancilla’yı anneannesine kavuşturan ise onları cadılık suçlamasına maruz bırakan şeylerin ta kendisi oluyor, çünkü hikâyenin gidişatı içerisinde valiyi de hasta eden ölümcül salgın hastalığın karşısında, Ancilla’nın anneannesinden edindiği şifa bilgeliğiyle hazırladığı ilacın denenmesinden başka çare bulunamıyor ve sonuç başarılı oluyor.
Hikâyede, cadılığın çarpıtılmış bir etiketleme ve suçlama olduğu, toprakla iç içe yaşamanın ve şifacılığın kötülükten sayılmak bir yana, adaletli ve sağlıklı bir yaşam için olumlu katkı sağladığı gibi öğretici ana fikirler de var. Yazının başlığındaki unsurların birbirleriyle bağlantılarını bu hikâyeden de faydalanarak tartışmak mümkün.
CADILAR NEDEN SÜPÜRGEYLE UÇARLAR?
Cadılığa dair tarihsel olayların ve çeşitli söylemlerin, eril tahakkümle ve gerek feodalite gerek kapitalizm veya daha mikro ölçekli pek çok yapıya nüfuz etmiş patriyarkayla doğrudan ilişkisi olduğu görülüyor. Orta Çağ’da kilise otoritesine tehdit oluşturan öteki kadınların cadı avlarıyla toplanması, cezalandırılması, yakılması, cadılık kapsamında görülebilecek birçok farklı özelliğin mutlaka bir kısmıyla ve belki de hepsiyle alakalıydı.
Örneğin, cadının süpürgesini ele alalım ve neden uçmak ile bağdaştırıldığını düşünelim. 11. Yüzyıl Orta Çağ’ında Worms Psikoposu Burchard cadılığa atıf yaparken “İblis’in fısıltılarıyla baştan çıkmış günahkâr kadınların geceleri dünyayı nasıl karışladığını” anlatıyor. Kilisenin korku ve şüpheyle yaklaştığı bu kadınlar İblis tarafından kandırılmalarının yanı sıra, tutkuları ve cinsellikleriyle de günah işliyorlardı. Bu cadılar geceleri, yani diğer herkesin uykuda olduğu, kilisenin otoritesinin görece durduğu bir zamanda ortaya çıkıyorlardı. “Kötülüğün” ve “şehvetin” -ki bu kelimeler çokça birbirinin yerine de kullanılır- en somut hali olarak İblisle iş birliği halinde çocukları öldürüyor, yiyor ve kazanlarında kötülük kaynatıyorlardı. Kara veba gibi çağın öne çıkan krizlerini oluşturan salgın hastalıkların cadılardan kaynaklandığı öne sürülüyordu ve bu da onların yakılmasını teşvik eden bir sebep olarak görülüyordu. Öte yandan, ezoterik ve okült literatürden, doğa temelli inanç ve felsefe sistemleri ya da yeni çağ dinleriyle ilgili çalışmalardan edinilebilecek bilgiler ışığında, cadının süpürgesini evini ruhsal ve fiziksel açıdan temizlemek için kullandığı da aslında biliniyor. Fakat bu nispeten yalın anlamı kabullenmek ise modern Batı uygarlığı için oldukça güç, çünkü bu anlam evrenle ve doğayla kurulan farklı bir iletişime kapı aralıyor ve bu aralık kapıdan neler çıkacağı belirsiz. Tekin değil ve ölçmeye, bilmeye, kontrol etmeye olanak tanımıyor.
Orta Çağ ve feodal dönem ile modern çağ ve kapitalizm arasında cadılığa atfedilen yaygın anlamların arasında farklar var ve duyulan rahatsızlıklar ile buna karşı geliştirilen somut tepkiler de farklılaşıyor. Ne var ki her iki durumda da cadı kadın yok edilmesi veya bir şekilde uzak tutulması gereken bir imge olarak varlığını sürdürüyor. Cadı ve cadılık sözcüklerinin hala devam eden karmaşık semantik ve çağrışımsal dünyası, bazen zekiliği, bazen büyücülüğü, bazen şifacılığı, bazen özgürlüğü, bazen çekiciliği, bazen kötülüğü, bazen hınzırlığı vb. ifade ediyor. Fakat hepsinde mutlaka ortak olan, kadınlık ve başkalık; yani öteki olarak kadınlık.
MERKEZ ERKEK-İNSAN OLUNCA, KADINLARA DÜŞEN “GÖZDEN ÇIKARILMAK”
Yalnızca kadınlık üzerinden geliştirilen tahakküm açısından değil, doğayla kurulan ilişki bakımından da patriyarkayla el ele giden bir diğer sorunlu yapı ise insanmerkezcilik. Bilhassa Aydınlanma sonrası pekişen Batı uygarlığı ve modern birey tahayyülünün merkezinde, Orta Çağ’daki Tanrı ve kilise ikilisinin yerine, insan- yer alıyor fakat bu elbette bir erkek-insan. Güncel akademik ve akademi dışı sahalarda giderek yoğunluğu ve görünürlüğü artan insan-ötesi tartışmalar, ekofelsefeler, ekofeminizm ve insan-insan olmayan hayvan çalışmalarının da vurguladığı gibi, doğa/kültür ikiliği üzerine inşa edilen sorunlu bir toplum-birey yapılanmasını üstümüzden atmaya çalışıyoruz. Bu ikiliğin arasındaki sınırın kültür tarafına rasyonel, akılcı, ilerlemeci erkek yerleşirken, karşıtı/ötekisi/eksiği olarak görülen doğa alanı ise kadın da dahil olmak üzere her türlü Öteki’ye bırakılıyor. Rosi Braidotti’nin ifadesiyle (2) ikilikler hiyerarşisinde zayıf “öteki” olarak kategorize edilenler, “gözden çıkarılabilir bedenlere sahip”. Bunun sonucunda, emeğin, doğanın, kadının, hayvanın, vd. sömürüsü ayrılmaz bağlarla iç içe geçmiş şekilde süregidiyor ve bugünün krizlerini irdelerken bu ikilikleri aşmaya dair gayret sarf etmenin kaçınılmazlığı kendini gösteriyor.
KORONA SALGININDA YAŞANANLAR FARKLI MI?
Doğa ve kültür diye ayırmanın bahsi geçen sistematik sömürü ve tahakküm pratiklerine denk düştüğünü kavrayarak, yaşanan krizlere birleştirici bir açıdan bakmanın güncel durumda da çok önemli olduğu açık. Nitekim, Orta Çağ’da salgının müsebbibi ilan edilen cadıların/cadı kadınların suçlu ilan edilmesi gibi, şu anda içinden geçmekte olduğumuz Korona salgınının da kendi ötekilerini adres gösterdiğine tanık oluyoruz. Aslında her daim dolaşımda bulunan, zaman zaman sönümlense de asla ortadan kalkmayan kimi söylemlerin, kriz ortamında yeniden canlandığını görüyoruz. Kimi kişiler ve gruplar bir anda açıklama yapıyor ve salgın hastalığın eşcinsellerden ve onların sapkınlıklarından kaynaklandığını söyleyerek LGBTİQ+ bireyleri ve ilişkili sivil toplum örgütlenmelerini hedef alabiliyor. Yani güncel kriz de Ötekiyi, onun gözden çıkarılabilir görüldüğünü ve onun yok olmasına dair kalıcı arzuyu yeniden hatırlatıyor.
Oysa krizi doğuran ve büyüten asıl temele bakınca, insanmerkezci sömürgeci hegemonik zihniyetin ve kapitalizmin yüzlerce yıllık tahribat ve talan rüzgarıyla yüzleşiyoruz. Bunların bir sonucu olarak gelişen iklim değişikliği, pandemi gibi küresel krizlerin somut etkilerinin görünürlüğünden kaçmanın, ideolojik aygıtların gizleyiciliğine rağmen imkansızlaştığı bir dönüşüm sürecinden geçtiğimiz açık. Tıpkı Ancilla’nın hikayesi gibi, cadılık-şifacılık eksenindeki suçlu/kötü/başka kadının tahakküm altına alınması örneğinde olduğu gibi, Orta Çağ’da tanrının ve kilisenin ve ardından -bugün de devam eden- kapitalist-erkek-insanın hakimiyeti, onun öteki olarak saptadığı her öznenin sömürülmesi demek. Dolayısıyla bugünün krizlerini incelemek ve onlara çözüm üretmeye yönelik teorik ve pratik çaba göstermek, krizi ortaya çıkaran yapıların ve tarihsel süreçlerin, söylemlerin açığa çıkarılmasını elzem kılıyor.
Dipnotlar
(1) Beatrice Masini, Nükhet Amanoel (Çev.), 2019, Can Çocuk
(2) Rosi Braidotti, Öznur Karakaş (Çev.), 2014, Kolektif Kitap
İlgili haberler
Kapitalizmin takkesi, kadınların mücadelesi
Kendiliğinden patlak veren eylemler salgın sonrası güçlenecek bir mücadele eğiliminin göstergesi. Dü...
Salgın hastalıklarla mücadelenin tarihsel deneyiml...
Ağır yoksulluk, savaş koşulları, kapitalist ülkelerin baskısının olduğu koşullarda dahi tarihe öneml...
Karantina biter, dertler bitmez bizde!
Korona sonrası dükkanını kapatan ve tekrar dükkanını açmayı bekleyen Nesrin’in sonrası için pek çok...
- EN SON
- ÇOK OKUNAN
- ÖNERİLEN
Editörden
Bültenimize abone olun!
E-posta listesine kayıt oldunuz.