Derdin neyse söyle buluruz bir çare*
Ne uğradığın ayrımcılık ne de temel ihtiyaçlarını karşılayabilmek için insanlıktan çıkmış olmanın getirdiği psikolojik yükler, bu heba oluştan bağımsız değil. Derdin neyse söyle; buluruz bir çare!

Sabahın kör karanlığında susturulan alarmlar. “Bir işi de becerin” cümlelerini işitmeye giden yollar. Onca çabalamaya rağmen ayın sonunda belki bir kuaför parası kaldıysa ertesi ayın hesabı ile kuaför koltuğuna oturmalar. Eldeki telefonun ekranında ise bir dünya akıyor. Fenomenlerin “hellloo canlarım” cümlelerini takip eden “sabah rutinim” videoları, araya karışan güncel haberler… Şık şıkırdım giyinmiş sendikacıların ve devlet erkanının güzel beyaz örtülü masalara oturup verdiği asgari ücret pozları. “Giyilen en güzel hikaye” sloganı ile el değmeyen Levi’s reklamları. Orj. marka linkler... Enflasyona isyan eden yaşlı bir amcanın feryat figan sokak muhabirine konuşması. O Ses Türkiye’den bir iki sahne, “sırt ağrılarınızdan kurtulun” etiketi ile evde egzersiz videoları. Enflasyon, artı değer, ihracat, ithalat rekorları, saatlik ücret, döviz kuru ve daha onlarca anlaşılmayan kavramlarla televizyon kanallarında her bir konuğun bağırarak konuştuğu programlar.

Nerede hani vardiya amirinden yediği azardan ötürü boğazındaki düğümle çalışanlar? Foşur foşur yıkadığı mutfağından keyifle bahsetmeyen sinir sıkışmasından mustarip eller? Hastane kapılarında kas yırtıklarına rapor alabilmek için sürünenler? Çocuğunun eğitiminden dertlenip de çaresizce çocuğu hırpalamakla yetinenler? Üst düzey yöneticisine zoraki gülümseme ile bakmak zorunda kalıp, sinirden tırnaklarını yiyip, işten atılma korkusu ile başını öne eğip çalışmaya devam edenler? “Tacize uğradığımı söylesem kim inanır, adım çıkar, olan bana olur” diye düşünmeye mahkum edilenler? Öfke patlamaları, “Benim hayatım hiç düzelmeyecek mi” diye ağlayanlar?

Ekmek ve Gül’ü okuyanlar, dergiye yazanlar, konuşanlar tanıyorlar onları. Kendilerinden, mesai arkadaşlarından, komşularından, sıra arkadaşlarından çok iyi tanıyorlar hem de.

“Her gün 10 saat çalışarak, ayda on binlerce ürettiğim kot pantolondan hayatımda bir kez olsun giymedim, giyemem de param yetmez almaya”, “Ücretimin düşüklüğü bir yana, en çok da insan değilmişim gibi azarlanmak yakıyor canımı”, “Geçtiğimiz yılbaşı yaklaşırken 10 kaplan gücünde çalışarak milyon kilometrelerce sardığımız kablo rekor kırmıştı. Kırılan rekorun karşılığı ücrette ve koşullarda iyileştirme değil üç dilim baklava oldu”, “Alyansımızı satıp, evin masrafını karşıladık”, “Çorap bile alamadığımız parayı ayakkabı fişi olarak veriyorlar”, “Babamın ameliyatı için izin istedim, 'Ameliyatı sen mi yapacaksın sanki' dediler, ağlayarak döndüm mesai başına”, “Patates, soğan soyuyoruz ama patates kadar değerimiz yok bizim” diye dile getiriyorlar hislerini.

YAKLAŞIN KIZLAR; DERTLERİN SEBEBİNİ KONUŞUYORUZ

Yaklaşın kızlar, herkes heybesindeki değersizlik hislerini döksün masaya. Heybemize “değersizlik hislerini” yükleyip, bizi sürüm sürüm süründüren kapitalizm bu işi nasıl beceriyor? Biraz konuşalım. Bu sistemi ayakta tutan, her gün, her saat, her saniye yeniden yeniden üreten temel bir yasası var. Bu öyle bir yasa ki bu değersizlik hissiyatının da sebebi.

“Aldığım ücret emeğimin karşılığı değil” diyorsanız ya da “Ne kadar ücret alsan emeğinin karşılığını almış sayılırsın?” sorusuna “Asgari ücretin üzeri, geçinmeme yetecek kadar” gibi cevaplar veriyorsanız tanışmanız gereken bir yasa var. Bu yasanın adı “Artı değer.”

Yani; siz aldığınız ücretin bir aylık emeğinizin karşılığı olduğunu sanıyorsunuz. Oysa sizin aldığınız ücret bir aylık emeğinizin karşılığı değil. Evet yanlış duymadınız! Aldığınız ücret sizin emek gücünüze biçilen değer. Emek gücünüzün değeri ise; sizin ertesi gün de üretim yapabilecek şekilde iş yerinde olmanızı sağlayacak koşullar için belirlenmiş miktardır.

Yani siz bu şekilde belirlenmiş değere sahip olan emek gücünüzü patrona satıyorsunuz. Bunun asgarisi geçtiğimiz haftalarda 17 bin 2 lira olarak belirlendi. Hadi iki lirası başımızın gözümüzün sadakası olsun, 17 bin lira ertesi gün çalışmaya gidebilmeyi bile karşılamayacak bir miktar. Yani hükümetin, patronların ve işçilerin taleplerine kulak tıkayan işçi sendikalarının masa başı belirlediği bu asgari ücret emek gücünün karşılığı bile değil! Emekçinin hayatı o kadar değersiz hale gelmiş ki ertesi gün işe gelmesini sağlayamayacak bir ücreti belirlemekten korkmuyorlar. “Ek iş yapar, fazla mesaiye kalır, işi olduğu için şükredecek hale gelir yine de çalışır” diyorlar. Yani bu emek gücüne biçilen değerin asgarisi bel fıtığının tedavisine yetmiyor da bir kutu ağrı kesiciyi almaya zor bela yetiyor, çocuğun sağlıklı beslenmesine yetmiyor da bir dilim ekmek peynirden oluşursa şans sayılan beslenme çantasına ancak yetiyor. Her şeye rağmen bir şekilde ertesi gün fabrikaya gelebilmek ise “zorlukları idare etmek” olarak görülüyor bu düzende. Bunca fiziksel ve psikolojik ağır koşullar altında kadın emekçiler de çoğunlukla “İdare ediyoruz bir şekilde işte” cümlelerine sığınıyor, sığınmak zorunda bırakılıyor çoğu zaman. Ek iş yapmak, fazla mesaiye kalmak zorunda olmak, hiç değilse işi olduğu için şükretmek emekçilerin kendisine sanki onların gönüllü tercihiymiş gibi kabul ettiriliyor. Bu yollar dışında, yani işçinin emek gücünün değerinin bile altında bir ücretle çalışmaya itiraz etmesi, ek zam istemesi, çalışma koşullarının iyileştirilmesi için mücadele etmesi, en temel hakkı olan sendikal örgütlenmeyi kullanması ise “yerli ve milli çıkarlara ters, ülkenin gelişmesinin önünde engel, zinhar yasak” şeylermiş gibi kodlanmak isteniyor zihinlerde.

PATRONLAR ÖMRÜNÜZÜ DE SATIN ALIYOR

İşe girerken imzalanan “iş sözleşmeleri” sizin emeğinizi satmanızın belgesidir. Çalışmaya başlıyorsunuz. Ve sürekli olarak üretim yapıyorsunuz. Üstelik tüm yaşamınız da bu çalışmaya göre kurgulanıyor. Oturduğunuz semt, uyuduğunuz saat, uyandığınız saat, çocuğunuzla geçirdiğiniz zaman, aile ziyaretleriniz, akşam yemeği zamanınız… Siz sadece 8-10 saatlik bir iş gününden ibaret bir hayat yaşamıyorsunuz ama 24 saatlik bir gününüzü yani ömrünüzü günde 8-10 saat çalışabilecek şekilde yaşıyorsunuz. İşte böyle bir iş yerinde çalıştığınız saatler boyunca da ortaya devasa bir değer çıkarıyorsunuz. Patronunuz ise sizin çalışarak ortaya çıkardığınız bu değere el koyuyor ve size de emek gücünüze biçilmiş değeri veriyor. Bu değer ister asgari ücret olsun ister toplu sözleşme hükümlerine göre bir ücret olsun…

Özak Tekstil işçisi kadınlardan örnek verecek olursak; bir ay boyunca çalışıp bu bir aylık çalışmaya karşılık asgari ücret alıyorlar. Tek bir Özak işçisi kadın yalnızca bir ayda milyonlarca liralık bir zenginlik üretiyor. Yani aldığı ücret bir aylık emeğinin değeri gibi gözükse de çalıştığı zamanın bir dakikasında emeğinin yarattığı değer kendisine verilmiş oluyor. Peki ya geriye kalan zamanda emeğiyle ortaya çıkardığı değer? İşte geriye kalan günler, haftalar boyunca ürettiği değer doğrudan patronun oluyor. Merhaba artı değer.

Özetleyelim; siz milyonlarca dolarlık bir değer üretiyorsunuz, bu üretimin kesintisiz şekilde gerçekleşmesini güvence altına alan bir düzende yaşıyorsunuz. Peki bu üretimin kesintisiz şekilde devam etmesi için sadece işte geçirdiğiniz saatleri mi harcamış oluyorsunuz hayatınızdan? Harcadığınız ömrünüz. Günde on saat çalışan bir işçi 10 saatlik emek veriyor ama gününün geri kalan 14 saatinde ne yapıyor? Haftada altı gün çalışan bir işçi geriye kalan bir günde ne yapıyor? İş yerinde saatlerini harcıyormuş gibi gözükse de bütün bir ömrünü patronun el koyduğu değeri üretmek için harcamış oluyor.

EMEK GÜCÜNÜZE BİÇİLEN DEĞER HAYATINIZA BİÇİLEN DEĞERDİR

Yani sizin emek gücünüze biçilen miktar ne kadar düşükse, hayatınız da o kadar berbat bir hal alıyor. Kendinizi tekrar çalışmaya hazır hale getirmek için, asgari maddi ve manevi ihtiyaçlarınızı karşılamak için harcadığınız zamanlar da o kadar kötü bir hal alıyor. Sadece temel maddi ihtiyaçları karşılamaya dayalı, tüm psiko-sosyal ihtiyaçlarınızın bu hengamede karşılanamadığı bir tablo bu. Dahası tatil, kültürel gelişim, kolektif etkinlikler gibi insanı diğer tüm canlılardan ayıran, insan türüne ait temel ihtiyaçların ihtiyaç olduğunun bile fark edilmediği bir yaşantı…

Güzelce pişmiş bir yemek yemek, sabahları güne peynir, yumurta, bol yeşillikten oluşan kahvaltı ve taptaze bir çayla başlamak, şişen ayaklarınızın gün boyu rahat etmesini sağlayacak kalitede bir çift ayakkabı almak, izin günlerinizi sinemaya, tiyatroya giderek, sergi gezerek sizi sosyal açıdan geliştirecek etkinliklerde bulunmak, arkadaşlarınızla buluşmak, yıllık izinlerinizi kesintisiz kullanıp şöyle güzel bir Ege kasabasında deniz tatili yaparak dinlenmek, bel fıtığı olduğunuzda etkili bir tedavi görmek ve iyi geliyor diye haftada bir kaç gün yüzmeye gitmek… Ve daha akla gelebilecek, kendinizi yenilemenizi, geliştirmenizi, daha sağlıklı hale gelmenizi, “insan gibi” hissetmenizi sağlayacak pek çok şey kaç kadın emekçinin hayatında var? Bütün bunları yapamadığınızda kapınızı kaygı bozuklukları, psikolojik sıkıntılar, fiziki rahatsızlıklar çalıyor. Siz de bütün bunları bir değersizlik hissi ile misafir ediyorsunuz.

PATRONLARA ZENGİNLİK, EMEKÇİLERE SABIR

Patronlar sürekli daha fazla kâr elde etmek ister, daha fazla kâr elde edebilmesi için de işçiye en az ücreti vermek ister, yani işçinin emek gücünün değerinin düşmesini ister. Ne kadar ucuza satın alınmış emek, o kadar büyük servet!

Emekçilerin hayatının temeli emek gücünü satarak yaşamaya dayalı. İster operatör, ister aşçı, ister hizmet işçisi, ister kalifiye işçi olun. Fark etmez. Emek gücünüzü ne kadar düşük değere satarsanız yaşam koşullarınızın hem maddi hem sosyal bakımdan o kadar düşmesine izin vermiş olursunuz. Üstelik bu düşüşün bir sınırı da yok.

Hani "Dişimizi sıkalım da ülke düze çıkınca biz de bu düzlükte nefes alacağız" diyorsanız yanılıyorsunuz. Diş sıka sıka ağızda diş kalmaz ama düze de çıkılmaz. Oysa patronlar hükümetin ağzıyla ne diyorlar emekçilere? “Sıkın dişinizi, ülkede zenginlik artarsa bundan emekçiler de payını alır.” Bu koca bir yalan. Zenginlik artı değer yasasına dayalı olarak elde edildiği müddetçe emekçilerin bu zenginlikten alacağı pay sefaletten başka bir şey olmaz.

İşte size büyüyen sanayiden düşen pay: Doğru düzgün bir sağlık hizmeti görmeksizin ağrıyan, bozulan vücutlarla yaşamak zorunda kalmak, izin kullanabilse bile borca girmeden tatil beldesine dahi gidememek, kredi kartına 5 takside böldürmeden bir kışlık bot alamamak…

DEĞERSİZLİK HİSSİNİ HAYATIMIZDAN NASIL KOVACAĞIZ?

İnsanı insan olmaktan çıkarmış kapitalizmde, patronlar ve onların çıkarları için ülkeyi yöneten hükümet, sizden emek gücünüzü olabilecek en düşük değere satın almak için uğraşırlar. Bunu kabul edip etmemek arasında yapacağınız seçim ise “değersizlik hissini” kapı dışarı etmenize yardım eder. Nasıl mı? Biraz daha emekçi kadınlara kulak verirseniz, "değersiz hissediyorum" dertlenmelerinin yanında şöyle cümleler çalınır kulağınıza “Greve çıktığım için kendimi iyi hissediyorum”, “Arkadaşlarımla birlikte hareket ettiğim için mutluyum”, “Mesai başındayken bir nesneden farkım yok, ama burada insan olduğumu fark ediyorum”, “Çalışırken sohbetim olmayan arkadaşımı direnişte tanıdım, meğer patronla biz işçiler bir aile değilmişiz, biz işçiler olarak birmişiz.”

İnsan gibi hissetmek ancak insanca yaşama mücadelesinde mümkün oluyor çünkü.

Yazımızın girişinde yer alan umutsuzlukları, değersizlikleri ifade eden cümleler ile bu güzel hissettiren cümleleri kuranlar aynı kadınlar oysa. Özak Tekstil işçileri, Corning grevcileri, taşeron yemekhane işçileri, Burda Bebek işçileri... Direnişleri duyulmuş ya da duyulmamış, ülke gündemine gelmiş ya da gelmemiş olan ama Ekmek ve Gül'ün satırlarında kendine yer bulmuş, bizzat mektuplar yazmış olan kadın emekçiler.... İnsanca yaşamak için emek gücümüzün değerinin düşmesine izin vermemek, düşmüşse daha yukarısını kazanmak için mücadele etmek işte bu yüzden şart. Bunun için de örgütlü hareket etmek, birlik kurmak, toplu sözleşmeleri zorlamak, iş yerinde direnmek, "Bizim olmadığımız masada kafanıza göre asgari ücreti belirleyemezsiniz" demek, ek zamlar için harekete geçmek gerekir kısaca.

BİR SEÇİM LAZIM BİZE

Ağlamamak için boğazımıza oturan o düğümler başka türlü çözülemez. Onurumuza yönelmiş bir hakarete “Sen kim oluyorsun da benimle böyle konuşuyorsun” deme cesareti başka türlü gelmez: Harekete geçmek; ömrümüzün sermayenin düzeni için heba olmasına izin vermemek!

Ne uğradığın ayrımcılık, eşitsizlik ne gördüğün ikincil insan muamelesi ne de temel ihtiyaçlarını karşılayabilmek için insanlıktan çıkmış olmanın getirdiği psikolojik yükler bu heba oluştan bağımsız değil. Derdin neyse söyle; buluruz bir çare! Ömrü patronların sefası sürsün diye tüketmekle insanca bir ömür sürmek için mücadele etmek arasında bir seçim yaptıktan sonrası birliğimizden doğacak güçle şekillenecek!

(*) Candan Erçetin, Sevdim Sevilmedim şarkısı sözleri. (Belki bu yazıyı okurken ya da okuduktan sonra dinlemeye de bir küçük tavsiye :))

Fotoğraf: Canva Kolaj

İlgili haberler
Yıldızlar savaşında iki ayrı kutup, iki karşıt sın...

Türkiye’de 2023 yılında açıklanan rakama göre milyar dolarlık servete sahip 10 kadın bulunuyor. Bu ‘...

Sarı sendika, patron, devlet girdabına karşı gücüm...

Sendikalı kadınların başat taleplerinin göz ardı edilmemesi de burada kadınların birliğinden geçiyor...

Pantolon dikmeye değil direniş ağını örmeye

Ufak bir tanışma faslından sonra benim soru sormama kalmadan başladık direnişin simgesi olan Özak Te...