Mohsin Hamid’in Türkçeye Batı Çıkışı (Exit West) olarak çevrilen kitabı, sömürge sonrası edebiyat külliyatının önemli eserlerden biri. 2007 yılında çıkan kitap adeta günümüz mülteci sorununa ve mültecilerin yaşamına ışık tutuyor. Kitap iki ana karakter olan Nadia ve Saeed’in ilişkileri ve ülkelerinde yaşanan iç savaş sonucu Avrupa ve Amerika’ya uzanan mültecilik hikayesini anlatıyor. Diğer taraftan her iki karakterin hayatlarında nasıl değişimler geçirdiğine de mercek tutuyor.
Anlatı dini kuralların daha doğrusu normların etkili olduğu, daimi bir kaotik atmosfere sahip isimsiz bir coğrafyada geçiyor. Bugün nasıl ki mülteciler insan kaçakçıları aracılığıyla çoğunlukla deniz yoluyla Avrupa’ya ulaşmaya çalışıyorsa, kitapta da yazar kapı metaforuyla bu geçişleri anlatıyorr ve bu metafor sayesinde aslında bir eşikten geçip başka bir mekana ulaşan insanların temel ihtiyaçlarını giderme ve barınmanın ötesine geçip, bireysel ve insani değişimlerini ele alıyor.
Saeed’in annesi evlerindeyken pencereden gelen bir mermiyle hayatını kaybettikten sonra ülkede sıkıyönetimden, kaosa her şey hakim olunca ve güvenli bir gelecek umudu kalmayınca bu ikili de o kapılardan birini dener ve ilk durakları Mykonos’ta kocaman bir mülteci kampı olur. Hikayeleri Londra’dan, California’ya kadar çeşitli mülteci kamplarında, işgal evlerinde farklı milletlerden mültecilerle kesişir.
İKİLİ BİR YAŞAM
Ben ise bu yazıda özellikle kitabın başka bir yönüne odaklanmak istiyorum: Muhafazakâr bir toplumda kadının özgürleşme çabalarının olabildiğince uç noktalara ve bireysel değişimlere sürüklenmesi.
Nadia sigorta şirketinde çalışan genç bir kadındır. Yazar Nadia’yı siyah çarşaf giyen, muhafazakâr bir aileden gelen ancak özgürlüğünün peşinde olan mücadeleci bir kadın olarak karşımıza getirir. Bunları yaparken ortaya koyduğu temel özelliklerden biri Nadia’nın okulunu bitirdikten sonra tek başına bir eve çıkması, ailesiyle bağlarını koparmasıdır. Çünkü o toplumda evli olmayan genç bir kadının tek başına yaşaması hoş karşılanmaz malum sebeplerden. Uzun süre ev arayan Nadia en son ev sahibinin kadın olduğu, çatı katı bir yaşam alanı bulur kendine.
Buraya kadar her şey çok doğal, ihtiyaç ve haklar çerçevesinde dururken, Nadia’nın evine misafir olduğumuzda nasıl ikili bir yaşam deneyimlediğini görürüz. Nadia eve girer girmez siyah çarşafını çıkaran, altında kot pantolonu, üstünde rock grubu tişörtüyle şarap yudumlayan, Amerikan rock plakları dinleyen ‘Batılı’ genç bir kadına dönüşür. Saeed’i evine çağırdığında balkondan ona bir çarşaf atıp eve kadın kılığında sokarak toplumdan ve ev sahibinden kurtulmanın yolunu bulmuştur.
Mohsin Hamid, kamu ve özel alan ayrımını vermeye çalışarak kadının sıkışmışlığına özel alanda bir çözüm arar gibidir. Amacı ailesine karşı görevleri olan, eşi ve çocukları için yaşayan geleneksel kadın profili yerine kendi yaşantısına odaklanmış, bağımsız bir karakterle bu durumu terse çevirmektir belli ki. Ancak problemli duran birçok nokta var bu çevrilişte.
Saeed reklam firmasında çalışan, akademisyen bir ailenin çocuğu olarak toplumun en ileri bakış açılarına sahip olsa da yine de geleneksel aile yapısına da eğilimlidir. Nadia ile tanıştıklarında karşısında siyah çarşaf giyen ancak inancı olmayan, asla dua etmeyen, evlilik öncesi cinsel ilişkiye dair olabildiğince özgür olan bir kadın görünce şaşırır. Neden bu çarşafı giydiğini sorduğunda ise Nadia bunu erkeklere, polislere karşı bir gard olarak giydiğini belirtir. Aslında kendini korumayı bilen, ayakları üstünde duran bir kadın profili vardır karşımızda ama oldukça uysal bir erkek karakter karşısında bu kadar radikal bir kadın karakteri yaratması Nadia’nın iyice sivrilmesine sebep olmuştur. Özgürleşme çabalarının o toplum nezdinde uç diye tanımlanacak eylemler ve tercihlerle birleşmesi, aklıma bu kurguda gerçekten kadının özgürleştiğini mi izliyoruz yoksa özgür kadının marjinalleşmesinin yaklaştığını mı görüyoruz sorusunu akla getiriyor.
DUVARLAR İÇİNDE KALAN ÖZGÜRLÜK
Saeed’in annesi öldükten sonra ve ortalık birbirine girip, güvenlik kalmayınca Saeed, Nadia’nın yanına taşınmasını ister ve o da kabul eder. Saeed Nadia’yı eşi Saedd’in babası ise gelini gibi görür; resmi olmayan bir evlilik yaşantısı denebilir her ne kadar tehlikeli koşullar tetiklemiş olsa da. Kapılardan geçmeden önce babası Saeed’i, Nadia’ya emanet eder, Nadia bunu kabul etmek istemese de boyun eğer. Bu durum, zor koşullarda dayanışmayı sürdürmek gibi gözükse de Nadia karakterinin nasıl boyun eğmek zorunda kaldığını göstermektedir. Ne yazık ki Nadia’nın özgürlüğü kendi evinin duvarlarının arasında kalır, toplumsal yaşantısında kendi içindeki cenderede sıkışır.
Saeed köklerine bağlı kalmaya çalışan, bir gün evine dönmenin hayalini kuran bir adamken, Nadia sürekli yer değiştirmek isteyen biridir ve o özel alandaki yaşamını kurabileceği bir yere doğru erişir. Karakter gelişimi açısından Nadia hiçbir toplumun kurtuluşu ile ilgilenmez ikisi dışında, sonlara doğru da kendi dışında. Bu yüzden, ikinci geçtikleri kapı olan Londra’da bir evdeki mülteci toplamının muhafazakâr olması, işlerin farklılaşması, kendi benliğiyle var olmada zorlanması California yolculuklarının sebeplerinden biri gibi durmaktadır. Özellikle “özgürlükler ülkesi Amerika”da yeni bir kamp seçilmesi tabii ki tesadüf değil. Bireysel kurtuluş ve özgürlük mücadelesi, özellikle kadının nasıl özneleşeceğine ilişkin tartışmaların da tarihsel olduğu Amerikan feminizmi düşünülünce yerinde bir seçim! Mültecilere yardımcı olan gönüllüler ve varabilen mültecilerden oluşan bir komün denebilir burası için. Ama bu komün biraz daha anarşist bir eğilimdedir, birlikte pişirelim, yiyelim, yaşayalım; dünyanın kalanını bırakalım Amerika’nın kalan kısmının esamesi bile okunmaz. Ve Nadia burada yapmayı sevdiği “uç” eylemler için zemin bulur, kendini daha mutlu ve özgür hisseder. Şimdi tekrar sormak istiyorum Nadia gerçekten özgürleşebilmiş bir mücadele kadını mı yoksa, yazarın belki de niyetten bağımsız radikalleştirdiği bir kadın mıdır?
Mohsin Hamid, bir mülteci deneyimi açısından değişenin sadece ekonomik ve toplumsal koşullar olmadığını, tüm o karmaşaların altında duyguların, kişisel çıkmazların da değiştiğini farklı bir perspektifle sunmuş. Ve sunarken elbette İngiltere’deki mülteci kampı örneğiyle dünyaya ciddi bir eleştiri de vermiştir. Bu bakımdan, kesinlikle tavsiye edebileceğim akıcı ve keyifli bir kitap. Ancak Nadia’nın varoluş mücadelesini okurken belki benim gibi kimilerimiz de eleştirmeden geçemeyecektir.
Fotoğraf: Ekmek ve Gül
- EN SON
- ÇOK OKUNAN
- ÖNERİLEN
Editörden
Bültenimize abone olun!
E-posta listesine kayıt oldunuz.