‘Kendi acımızı bilin, ceylanım’
‘Belki de kulağımızın aşina olduğu alışılagelmiş hikayelerden biriydi anlatılan yalnızca. Ama tarihten bu yana sonu gelmedi zulüm, acı ve kederin bu topraklarda.’

Burnumu toprak, reyhan ve kekik kokuları sarmışken nenemle oturuyorduk evin avlusunda. Ilık bir ilkbahar ve ot kokuları...

Taş evler ve kırmızı-yeşil boyalı küçük pencereleri, rüzgarın getirdiği tütün kokuları, şarkılar söyleyen çocuklar...

Şehir hayatı ne çok bunaltmıştı beni, ne çok özlemiştim burayı. Yağmurun çiselemesine kekliklerin ötüşü eşlik ediyor, sesler bir orkestrayı andırıyordu. Her coğrafyayla özdeşleşen birtakım hikayeler, özneler vardır. Şüphesiz ki Dersimlilerin de hikayelerinde kekliğin önemli bir yeri vardır. Benim de en büyük özlemim uzanıp da kekliklerin ötüşlerini dinlemek, dağınık bulutların arasında çemberler çizişlerini izlemek olurdu. Ama keklikler her öttüğünde nenemi bir hüzün kaplar; güzel yüzü bir anda düşüverir, derinlere dalardı. Tarihte trajedinin depremler yarattığı coğrafyada nenemin de bir hikayesi vardı elbet, bu sefer ısrarıma yenik düşmüş başlamıştı anlatmaya:

“Çok güzel bir çocukluğum vardı desem yanılmam. Hep de acırdım sizlere o şehir yaşamına mahkum kalıyorsunuz, hayatın koşturmacasında bir an olsun kendinize zaman ayıramıyorsunuz diye. Buralarda mutsuz bir çocukluk geçirmek de zordu zaten.
Doğduğum günden beri bana sevgiyi, kardeşliği öğreten ailem vardı. Aşık bir kızdım ben Munzur’a. Kışın soğuğunu içimde hissetsem ve soğuktan titresem de karlar içinde sadece izlemeyi severdim, doyasıya türkü söylemeyi, en büyük sırlarımı burada ablama anlatmayı, yazın yüzmeyi, en çok da dağlarındaki Şekokların olgunlaştığı zamana duyduğum özlemi severdim. Bir gün babamın Munzur’un içinden çıkıp geleceğini hayal ederdim hep. Ablam bir daha gelemeyeceğini bana anlatmaya çalışınca ağlar, inkar ederdim. O da merak etme ben seni hiç bırakmayacağım diyerek sakinleştirirdi beni.

Kalabalık bir köy olmasak da tüm akrabalarımızla iyi anlaşır, bazı geceler uzun uzun sofralar kurulup deyişler söylenirdi. Bu gece uyumayacağız derdik amcamın çocuklarıyla, ama hiç de sabahı göremezdik. Buradan nasıl ayrı kalınır bilmezdim, düşünmemiştim de hiç. Tuhaflıklar olduğu ortadaydı, köy boşaltılıyordu. Benim annem hayatta direnişi ve boyun eğmemeyi kendine yol edinmiş bunu bizlere de öğütleyen bir kadındı, amcamlar bile bizi bırakıp gittiğinde ‘Ben ölürüm de burayı terk etmem’ dedi o gün. Nedenini bilmediğimden de çok öfkeliydim onlara. Anneme sorduğumda karşımda sadece ağlardı ve küçük bir kız için annesinin ağlaması, ağıtları içinde fırtınalar koparırdı. Hem bir ağabey, abla neden kardeşini ve onun çocuklarını bırakıp giderdi ki? Bizim onları ne kadar sevdiğimizi ve ihtiyaç duyduğumuzu bilmiyorlar mıydı? O günlerden sonra da ablam ve annem benim tek yaşama sebeplerim oldular. Peki yaşama sebebi gözleri önünde yitip gidince yaşayabilir mi insan? Ben yaşadım, bu acıyla yaşamak denilirse.

İneğimizi otlatmış eve yeni dönmüştüm annemin ‘Üşüteceksin kalk’ haykırışlarına karşı yerde uzanıyordum ki eve daha önce hiç görmediğim 3 adam geldi. Ne olduğunu anlayamadan annem beni odunların arkasına itti.

Anlamadığım bir dilde tartışırlarken ‘Acaba babam mı’ diye seviniyordum kendi kendime, ama oradan çıkmamam gerektiğini de biliyordum. Ardından itiş kalkış başladı annem yere yığılıverdi. Ablamın üzerine çullandılar önce, ben ne olduğuna anlam veremezken ablamın bacakları arasından akan kanları görünce yaşadığım korku tarifsizdi. Ablamla oyunlar oynadığımız, bazen birbirimize hikayeler anlattığımız, bazen kavga ettiğimiz, bazen uyuyakaldığımız yerde şimdi ablamın kanları vardı yanı başında da annem yatıyordu. Küçük bedenimle çıkıverdim odunların ardından, sesimi çıkarmadan baktım sadece. Yaptıklarından sonra çok acı çektim ama bağırmadım, annem ve ablam duymasınlar üzülmesinler diye. Kanım ablamın kanına karışmıştı, oyunlar oynadığımız o yerde. Artık orada oyunlarım, küçük yaşım ve annem... Ablamı da alıp gittiler. Beni hiç bırakmayacağını söyleyen ablamı bir daha da göremedim.

Halbuki her yattığımızda bize kızardı ‘Hasta olacaksınız’ diye. ‘Anneciğim kalk hasta olacaksın’ diyemedim. Yanına uzandım, sarıldım sımsıkı. Yüzündeki kanları silsem yüzündeki buruk bakış kaybolur muydu?

Anneme her sarıldığımda bana huzur verir nefes alışları, o sesle en korktuğum ve en zorlu geceler sabah oluverirdi hep. O gün hayatımda hiç korkmadığım kadar korkmuştum ben ama beni sakinleştiren o ses yoktu. Yuvarlak küçük pencereden sızan güneş ve nem, kan kokusu... Ellerini tutup saçlarıma götürdüm, saçlarımı okşadığını hissettim. Kapı açıktı hâlâ, bir keklik girmişti içeri, yanı başımıza gelmişti korktuğumu anlamıştı belki de. Ondan beridir her keklik sesi bana annemi hatırlatır çünkü annem bir daha kalkamadı o yattığı yerden...”

Devamı sadece hıçkırıklar ve ağıtlar... Belki de kulağımızın aşina olduğu alışılagelmiş hikayelerden, yaşanmışlıklardan biriydi anlatılan yalnızca. Ama tarihten bu yana sonu gelmedi zulüm, acı ve kederin bu topraklarda. Dersim katliamıyla insanların zorunlu göçe zorlandığını, o çok sevdiğimiz Munzur’un nasıl kana bulandığını yıllar geçse de çıkaramıyordu çok sevdiğim, nenem diye bahsettiğim insan da. Hepsini kalbine kaydetmişti. Ben de bu acıyı en derinden hissettim, belleğime gömdüm.

Güneş dağların ardından veda ederken gözyaşlarımıza eşlik eden yağmur da dinmişti. Sildi gözyaşlarını ‘Dizanın eşa bi xwe de xezalamîn’* dedi benim de gözyaşlarımı silerken.

*Kendi acımızı bilin, ceylanım.

(Dersim Katliamı anısına )


İlgili haberler
GÜNÜN ŞARKISI: Hay Way Zaman

Geçmişe, bugüne ve geleceğe dair bir ağıt: Gözyaşlarım gelmiyor gözlerimden / Hey gidi ihanet...

GÜNÜN BELGESELİ: İki Tutam Saç: Dersim’in Kayıp Kı...

Dersim katliamı zamanı ailelerin yanından alınıp başka diyarlara sürülen, Dersim’den koparılan küçük...

Ane’den Perihan’a bir Dersim ağıdı

Dersim Katliamı’nın 80. yıl dönümü bugün. Katliamından kurtulanlardan biri olan Ane Hatun tüm ailesi...