Önce anneme dokundum. Yüzüne, gözyaşlarına. Sonra kimseye. Ellerim bu yüzden hep küçük.
Bir örtü çektik üzerimize. Kimse bizi görmedi. Canımız her yandığında örtü daha da kalınlaştı. Kendimi tanımamışken avaz avaz annemi tanıdım. Hep ağlamaklı, rengi hep sarı.
Vurdum… Bütün hızımla vurdum. Yan baktı. Vurdum.
“Neden bu şiddet? Ne oluyor sana?” diye sordu Esma.
Sustum.
“Böyle olmaz Ali, beni hırpalıyorsun, her önüne gelene sataşıyorsun neyin var?”
“Benim olana bakamaz ki, benim olanı aklından bile geçiremez ki neyine sataşmayacağım?” diyemedim.
Sesim ancak kavga zamanlarında çıkıyor. Nasıl anlatırım, sevdiğime bakmanın nelere mal olduğunu. Ellerimin kimsesizliğini. Kesik solukların acı bir çığlık olduğunu, hayatım boyunca kâbus olduğunu nasıl anlatırdım? Çekti gitti Esma.
Derin kesilmiş tırnak gibi, acıdı…
“Çek git yanımdan be ne bakıyorsun?”
Ayşe, hayatıma aykırı düşmüş cümleydi. Ona yolun kenarında ağlarken rastladığımda bana kafa tutması hoşuma gitmişti. Sahi ne bakıyordum ben? Gözü yaşlı kadınlardan bıkmamış mıydım?
“Hiiçç” diye bir ses çıktı içimden, evet benden. Ama ben değildim söyleyen. Arkama baktım, zifiri karanlık, yağmur kimsesizleri unutmuş hoyratça yağıyor.
“Sana diyorum hayvan, ne bakıyorsun?”
“Allah yarattı demem gebertirim seni” diye üzerine çullandım… ki o gözler. Anamın gözleri gibi yeşil ve yaşlı. Kalkan ellerim az önce “Hiiç” diye meleyen ikinci ben tarafından geri çekildi. Ben vurmamış olmaktan, Ayşe o şiddetin yokluğundan şaşkın, bakıştık.
“Adın ne senin” dedim,
“Ayşe” dedi, yumuşacık sesle.
“Bu saatte? Evin yok mu?”
“Var da biz mi gitmedik?”
Her lafı beni tahrik ediyor. Her lafında ağzını burnunu kırasım geliyor, yapamıyorum. Ellerim küçücük Ayşe’ye… Ellerim yok kadına.
“Bir ailem olsa, başka bir evim olsa bunu çeker miyim?” Annem ağlıyor. Sabiha Teyzenin havada sallanan lafları anneme iyi gelmiyor, iyice ağlıyor. Benim varlığım yok, oyuncak arabamla yerde oynar gibi yapıyorum. Keşfedilmez bir hayal dünyam var ve kimse farkında değil. Her seferinde dedemin üzerine sürüyorum. Her seferinde eziyorum, eziyorum, yok ediyorum. Acı çekiyor.
“Yapmaaa!” diyor. “Ben dedenim yapmaaa!”
Sesinden, acısından zevk alıyorum. Ellerim dünyama ne güzel de eşlik ediyor. Hızla, hızla sürüyorum. Şiddetimin sınırı yok, sehpanın üzerinden vazoyu pat diye düşürüveriyorum. Annemin gözleri ile buluştuğumda varlığım hissediliyor.
“Ayşe seni bize götüreyim, bu gece kal. Bir anam var başka kimse yok.”
“Seninle yatacağım desene şuna” diyor.
Bilerek kışkırtıyor. Ellerim yumruk yumruk. Anladı ona vuramayacağımı. Sehpadan devirdiğim vazo gibiyim. Bütünüm yok. Ellerim işe yaramaz, ellerim kör, kimsesiz.
Musluktan akan suyun sesi banyodan boğuk boğuk gelen o sese karışıyor… Yalvarıyor annem, hıçkırıyor, kesik kesik bağırıyor.
“Yapmaa. Ne olur yapmaa.”
Her bağırışında kamyonumu sürüyorum onun üzerine… Eziyorum, eziyorum… Ölmüyor… Dedemin inlemesi bitince annemin hıçkırıkları yükseliyor… Kuşlar göçüyor sürüyle. Gözlerim neden tavanda asılı bir siluet arıyor? Yağlı kemerinin sesi geliyor önce kulağıma, sonra kendi. Dev gibi cüssesiyle beliriyor tepemde. Yerden kafamı kaldırıp üzerine atlamak istiyorum.
“Burada mıydın lan it?” diyor bir tekme sallayarak bana.
Ellerim yumruk, bağırıyorum sesim duyulmuyor. Kendi tükürüğümü yutamıyorum.
“Ayşe gelmek istiyorsan gel, bu yağmurda bu karanlıkta.”
“Geliyorum” diyor lafımı kesip.
Peşime düşüyor. Ben önde o arkamda ıslanarak ilerliyoruz. Yağmuru sevmem, su sesini sevmem. Dalgaları sevmem, ıslanmayı sevmem ben… İçim darala darala hızla yürüyoruz.
“Yapmaaa” diye bağırıyor… “Yapma. Defol git. Ben satmadım…”
Ardım sıra gelmediğini anladığımda Ayşe kör karanlıkta çoktan belaya bulaşmış bile. “Yapmaaaa!”, beynimde yankılandıkça parçalanmış vazo bütünleniyor, tekrar parçalanıyor, tekrar bütünleniyor. Geçmişten gelen bir çığlıkla tuz buz oluyor, her bir hecesi batıyor bedenime.
Atılıyorum iri bedenin üzerine… Gözleri, katil gibi bakan gözleri tanıyorum. Öfkem kabarıyor. Ağzının kenarına akmış salyası selam veriyor yıllar gerisinden. Vuruyorum. Vuruyorum. Başını kaldırıma defalarca vuruyorum. Kamyonu sürüyorum üzerine. Canım hiç yanmıyor, hiç utanmıyorum. Ağlamıyorum. Yağmur hâlâ yağıyor ve her bir damlası bıçak gibi bedenime batıyor.
“Nedennnn?” diyor, Ayşe ağlayarak.
O sıra yerde yatan, ağzı, burnu, bedeni kan içinde yatan, o değil. Bedenindeki gösterişli kemer dedemin yağlı kemeri değil. Elleri… Elleri onun eli değil.
Ayşe’nin elleri avuçlarımda:
“Bak ellerim nasıl da işe yarıyor, görüyor musun?”, diyorum.
“Neden yaptın?”
“Çocuktum. Ellerim küçüktü, işe yaramıyordu, annem hep ağlıyordu…”
Öykünün yazarı Nilgün Çelik;
1968 Ankara’da doğdu. Eskişehir Üniversitesi Halkla İlişkiler Bölümünü bitirdi.
Edebiyata ilgisi babasının çocukluğunda İş Bankası Kültür Yayınlarının çıkardığı kitap ve dergileri eve getirmesi ile başladı. İlk şiiri on yaşında Kumbara dergisinde yayınlandı.
Daha sonra öyküleri, Kurşun Kalem, Afrodisyas, Lacivert, Patika, Ekin Sanat, Hece, Deliler Teknesi adlı dergilerde, öykü, şiir ve tanıtım yazıları, Çoğul, Kıyı adlı dergilerde yayınlandı.
Özel bir şirkette yönetici asistanı olarak çalışmaktadır.
* Görsel: Maysa Mohamad
İlgili haberler
GÜNÜN ÖYKÜSÜ: Kandırmaca
Aynur öfkeden kulaklarına kadar kızarmış, terden avuçları bile ıslak. Ellerinin titremesi yüzünden h...
GÜNÜN ÖYKÜSÜ: Yalancı dut
“Bekâr olduğunu sanıyordum, çocuğun varmış” dedi. “Evli değilim” dedim, kadın kadına olmanın huzuruy...
GÜNÜN ÖYKÜSÜ: İçi acıdı
Çiçeğin yaşamak için verdiği savaşa saygısızlık etmekten korkup, hemen caydı. Bu onun mücadelesiydi,...
GÜNÜN ÖYKÜSÜ: Basma donlu mavi fil
Kapıya dayanmış kamyon, bir yolcu eksik gitti gideceği yere. Basma donlu mavi fil evi terk etmedi...
GÜNÜN ÖYKÜSÜ: Yangın
Onu son gördüğümüzde bir kâğıdın üstüne ev çiziyordu. O evin önünden sahile uzanan kısacık bir yol....
GÜNÜN ÖYKÜSÜ: Rukiye
Bu dünyadan bir Rukiye gelip geçmiştir. Ölüm hep ona selam vermiştir. Ama artık tanışma vaktidir. Y...
- EN SON
- ÇOK OKUNAN
- ÖNERİLEN
Editörden
Bültenimize abone olun!
E-posta listesine kayıt oldunuz.