Talan, İlay Bilgili’nin Monokl Edebiyat’tan çıkan ve içinde 14 öykü bulunan kitabı. Yazar daha çok kadın ve çocuklara odaklıyor kalemini. Kırsal ve şehir öyküleri yan yana duruyor kitapta. Kimi öyküler ilk okunuşta kendini ele verirken kimileri ikinci okumada açık ediyor sırlarını. Hatta açık uçlu imgeler, küçük göstermelerle okur da kendi yolculuğunu yapıyor öykünün içinde. Yazar bu anlatım biçimi ile okurunu da öykülerin bir parçası olmaya çağırıyor. Öykülerin yazarı İlay Bilgili ile Ekmek ve Gül okurları için söyleştik.
Genç bir yazarsınız. Talan ilk kitabınız. Sizi tanımak isteriz.
Aslında çok genç sayılmam, otuz dokuz yaşındayım ama evet yeni bir yazarım. Yaklaşık üç yıldır öykü yazan, hâlâ öykü üzerine bolca düşünen ve çalışan birisiyim. On yedi yıllık öğretmenim aynı zamanda, dokuz yaşında bir kızım var. Talan’dan önce deneme ve köşe yazılarından derlediğim Yazdım Sihir Oldu isimli bir kitabım daha var. Onu da tüm acemiliğine rağmen çok severim. Yazmakla ilgilenen birisiyim diyebilirim çünkü savaştığım bir şey olmazsa hayat bana çok anlamsız geliyor.
TALAN’IN MESELESİ BENİM MESELEM
Öyküleriniz daha çok kadın ve çocukların yaşamını mercek altına alıyor. Kendini çocukları üzerinden var etmeye çalışan anneler, çocuk olmadan kadın olanlar, söylemek istenenlerin susulduğu anlar, üstümüze çöken gölgelerin saldığı korkular, babasının istismarına uğrayan genç kadınlar, özgür olabilmek için kocasının ölümünü bekleyenler, kendini evine, eşine ve çocuklarına adayan kadının her gün biraz daha görünmez oluşu ve daha pek çok konuyu işliyorsunuz. Sizi bu konuları işlemeye iten nedir ya da kısaca söylersek Talan’ın meselesi nedir?Talan’ın meselesi dediğimiz şey benim meselem. Ben, kendimi bildim bileli muhalif bir insanım. Evde anne babama karşı da öğrenciyken okul kurallarına da öğretmenken bürokrasiye de hep ses çıkardım. Bir insan olarak, dünyanın herhangi bir yerinde bir haksızlık olsa benim içimde susturamadığım gürültüler kopar. İnsan, ses çıkarmaya başladığında bu anbean genişleyen bir şeye dönüşüyor ve biliyorsunuz ki her şey sizinle ilgili değil ama her şey sizinle ilintili. Tecavüze uğramama gerek yok, Çorlu tren kazasında ölenin benim evladım olmasına gerek yok, kıyıya cesedi vuran bir mülteci olmama gerek yok. Bunlar olmamalı, oluyorsa da ben buna ses çıkarmalıyım. Fakat bunu bir zorunluluk olarak algılamayın, bu bedensel ve ruhsal bir kanıksama… Ben kendime neyi dert ettiysem Talan’ın meselesi de odur. Kafayı en çok taktığım şey nedir diye sorarsanız, toplumsal kodlar. Her öyküde bunun esiri olmuş insanlar bulabilirsiniz.
Hemen hemen her yazarın farklı bir nedeni vardır yazmak için. Sait Faik, “Yazmasaydım delirecektim” der. Nadine Gordimer dış dünyaya bir anlam bulma, hem kaos hem de zenginlik içinde kendi düzenini yaratma ihtiyacından yazdığını söyler. Sylvia Plath “Sadece içimde susmak istemeyen bir ses olduğu için yazıyorum” derken, Umberto Eco, “Çocuklarım büyümüştü, artık kime öykü anlatacağımı bilemiyordum” biçiminde açıklar yazma nedenini. Siz neden yazıyorsunuz desem, öyküleri yazma sürecinizi bizimle paylamanızı istesem...
Ben yazabildiğim için yazıyorum. Becerebildiğim şey bu. Var olma sancısı yaşayan her insan hayatın bir yerinden tutunmaya çalışır, bunun farkında olmasa bile. Dans eder, çizer, şarkı söyler, örgü örer, üretir. Bence ağırlık atmak istiyoruz yoksa çakılacağız. Ben de yazarak hafifliyorum.
Öykü yazma süreci de bende tam da yukarıda anlatmak istediğim duruma hizmet ediyor zaten. Sesler, kokular, düşünceler zihnimde uzunca bir zaman içinde ben farkında bile olmadan toplaşıyor, toplaşıyor ve sonra birden elime kalemi alıp –kalem kâğıtla yazarım- hızlı hızlı yazmaya başlıyorum. O anı anlıyorum, hissediyorum. En sonunda nokta koyuyorum ve karşımda bir metin buluyorum, bir öykü. Baştan sona hiç durmadan yazarım öyküleri ben. Sonra okuma ve ayrıntıları çalışma aşaması başlar. Bir boşalma ve rahatlama anıdır o benim için. Bu şey herhalde, “yazmasaydım çıldıracaktım.”
Öyküleri okuduğumuzda şehir kültürü ve yaşamının yanı sıra, taşrayı da iyi bilen, gözlem yeteneği güçlü, ayrıntıları yakalamada dikkatli ve titiz bir yazarla karşılaşıyoruz. Öyküler için seçilen dil de buna eşlik ediyor. Kırsala ilişkin öyküler de daha açık ve anlaşılır, daha doğal, yer yer yerele ilişkin sözcüklerin yer aldığı bir dil tercih edilirken şehirdeki yaşamları konu alan öykülerde dil daha imgesel, anlam daha kapalı. Bir öykü yazarı dilini nerelerden nasıl beslemeli, neleri okumalı, nasıl bir çalışma yapmalı, başucu eserleri neler olmalı?
Benim görüp gözlemlediğim şu ki yazarlar bildikleri şeyleri yazıyorlar ya da bildiklerini daha iyi yazıyorlar. Yani ya ait olduğumuz bir coğrafyayı, bir dünyayı yazıyoruz mesela ya da orayı bilmiyorsak gidip öğreniyoruz. Orhan Pamuk’un İstanbul’un ara sokaklarını gezip koklaması gibi… Dolayısıyla ne yazacaksanız o dile, o dünyaya hizmet eden şeylere gider eliniz. Bir kere yazan insan yazdığından çok okumalı, kenara kaldırdığı metinlerden çoğunu çöpe atmalı, burası kesin. Kendi metinlerine acımasız olmalı. Ben Talan’ı yazarken taşrada gezindim durdum, neden çünkü bildiğim yerdi, güvenli bölgemdi. Dolayısıyla ne okudum, Fakir Baykurt, Tarık Dursun K., Ferit Edgü, Yaşar Kemal… Bunu bilinçli yaptığım da oldu fark etmeden kendimi ısrarla aynı yerlere attığım da oldu. Şimdi benim için çok özel ve önemli bir metin üzerinde çalışıyorum, başucumda Leyla Erbil’in Cüce’si, Yeraltından Notlar, Knausgaard var. Açıp açıp bazı metinleri tekrar tekrar okuyorum ve kendi metnim ilerledikçe eminim ki Woolf okuyacağım, okumak isteyeceğim. Susan Sontag’a gidecek elim. Metin okumalarımızı ya da çalışmalarımızı da şekillendiriyor bence.
Öykülerinizde görselliğin çok iyi yakalandığını ve okura yansıtıldığını görüyoruz. Bir yandan okurken bir yandan film izliyor gibiyiz. Artis ve Kral bu öykülerden ikisi. Sinemayla yakın bir ilişkiniz olduğunu düşündürüyor bu görsellik. Sinemadan da besleniyor mu öyküleriniz?
Ben sinema alanında çalışabilsem yazmazdım zaten. Asıl aşık olduğum şey, ilgi alanım sinemadır. Öyküye başlama sebebim bile sinema alanında keşkelerim olmasıdır. Gerçekten keşke demek çok kötü bir şey. 2003 yılında Bilgi Üniversitesi Sinema TV Yüksek Lisansını yüzde yetmiş beş bursla kazanıp biraz maddi sebeplerden gidemedim ve zorlayabilecekken zorlamadım. Ölene kadar pişman olacağım bunun için. Bir daha pişman olmayacağım dedim ve öykü için çabaladım. Sıkı bir sinema sevdalısı ve izleyicisiyimdir. Yazacağım şeyi bir sahnede görmeden yazmam o yüzden öyküler insanların gözünde canlanıyordur, normaldir. İmkânım olduğunda Kral’ı kısa film, Artis’i de uzun metraj film çekmek gibi hayallerim var mı? Tabii ki var.
Çoğu öyküde olay kişisinin bir ait olamama durumu ve bundan kaynaklı olarak yaşadığı sorunlar var. Mimesis, Yol, Hayriye’nin Yok Oluşu bu duygunun yoğun hissedildiği öyküler. Aidiyet ya da onu hissedememek neden bu kadar önemli insan yaşamında?
Çünkü insan kendi iradesi bile olmadan dünyaya fırlatılıyor zaten. Kırgınız biraz. Gözümüzü açıyoruz, cinsiyetimiz, ırkımız, ailemiz, kaşımız gözümüz belli. Hadi bakalım, yaşa deniliyor sanki. Kolay değil çünkü insan sosyal kodlar içinde varlığını sürdürüyor ve sürekli bu kendi seçmediği dinamikler sebebi ile birbirini öldürüyor, nefret saçıyor ya da yüceltiliyor. Toplumlar sana parmak doğrultarak sürekli bir şeye ya da bir yere ait olman gerektiğini söylüyor. Ne kadar çaresiziz değil mi? Ölüm denen zamansız bir sonun olduğu mayın tarlasına kendimiz bile istemeden gelmişiz, kimsesiziz. Tek istediğimiz varlığımızı anlamlandırmak, onurlandırmak… Aşk, bağlılık, fanatizm… Yaşamın bir parçası olmazsan o aşkın hayat seni boğazına takılmış bir lokma gibi fırlatıp atıyor da ondan. Ondan doğuştan Beşiktaşlıyız mesela, ondan karımızı çok sevdiğimizden öldürüyoruz, ondan ırmakların akışına ölüyoruz. Bu mimesisten başka bir şey değil, gerçek değil. Bir algı. Irmak akışına ölürüm deyip ölen kimse görmedim ben, siz gördünüz mü? Ya da insan sevdiğini öldürür mü? Burada ilgili makam öznenin kendisi, bunların hepsi ben üzerinden yaşanıyor. Hey, koca dünya, ben de varım, bakın buradayım demek bu. Öyle ya da böyle habersiz atıldığımız bu dünyaya tutunabilmek için önce buranın kendisine ait olmak istiyoruz, uyum sağlamak çabasındayız yani.
YOK OLMAKTAN NASIL KURTULACAĞIZ?..
Kadınların çoğunun Yol’daki, Hayriye’nin Yok Oluşu’ndaki durumu yaşadığını düşündüm. Bu öyküleri okurken İlay Bilgili kadınların içine sızmış dedim. Rüya ile gerçeğin iç içe geçmiş hali, darmadağın bir bilinç ve o bilincin yansımaları. Bir hesaplaşma, hatta hesaplaşamama durumları. Ne dersin nasıl hesaplaşacağız geçmişle ve kendimizle, yok olmaktan nasıl kurtulacağız?Tabii, o kadınların hepsi ya benim ya da benim yakından tanıdığım kadınlar… Hepsi biziz, bu ülkede Hayriye olmayan anne var mı, çok az. Koliler hazırlayıp otobüslerle öğrenci evlerine yollayan anaların memleketindeyiz. Cefakârız. Neden biliyor musunuz, kadına uzun süre analıktan başka bir şeyi layık görmedikleri için. Kadınlar da çocukları üzerinden, aileleri, evleri üzerinden var oluyorlar. Bir de üzerine ayaklarının altına cennet seriliyor. Yok olmaktan nasıl kurtulacağız, ben de varım dediğimiz zaman. Kendimizi sevmememizi söyleyen kodların inadına kendimizi çok sevdiğimiz zaman. Göğüsleri yeni çıkmış kızlar kambur yürümeyi bıraktığı zaman, utanmamızı söyleyenlere inat utanmadığımız zaman… Erkeklerin özgürce yaptığı her şeyi biz de yapabildiğimiz zaman. Bunu anlatmak için yazıyoruz, konuşuyoruz.
SÖYLENDİĞİ KADAR GÜÇLÜ OLMADIKLARINI EN İYİ ERKEKLER BİLİYOR
Son dönemlerde kadını merkeze alan öykü ve romanlarda artış olduğu söylenebilir? Kadın yazar sayısı da artıyor gördüğüm kadarıyla. Okuma ve yazmanın kadının özgürleşmesine ve kadın mücadelesine katkısı nedir? Kadınlara, onların yaşamını değiştirecek, okuduklarında sarsılacakları ve o güne kadar yaşadıkları olumsuzlukları sorgulayacakları beş kitap önerseniz bunlar neler olurdu?Evet, artıyor çünkü şiddet de artıyor fakat bence mesele kadın ile ilgili değil mesele yine kodlar meselesine geliyor. Neden hep öldüren erkek, maktul kadın? Bütün erkekler katil olma potansiyelinde mi? Hayır. Kadınların boğazlarını sokak ortasında kesen adamların çoğu belki karıncayı incitmemiştir ömürlerinde. Aynı adam kendi evlatlarının önünde karısına kurşun yağdırıyor ve pişman bile değil. Neden? Çünkü siz erkeğe hep güçlü olduğunu anlattınız. Toplum, sen aslansın dedi, ağlamazsın dedi, evin direğisin dedi. Sünnet törenlerinde gücü temsil eden penis kutsandıkça kutsandı. Öyle mi peki insan doğası? Erkek çok mu güçlü gerçekten? Kadın hayatından gitme kararı aldığı an bir hiçlik duygusuna kapılıyor adamlar, çünkü erkekten önce insanlar. Kendilerine pompalanan o algının altında hiçbir şeye dönüşüyorlar çünkü onlara söylendiği kadar güçlü olmadıklarını en iyi onlar biliyor. Tabii ki her erkekten bahsetmiyorum burada ama böyle. Bakın Salinger’a, savaştan sağ dönmüş ama vahşeti alanda yaşamış, görmüş bir adam. Bir ömür o travmayı atlatamıyor. Hani erkek ağlamazdı? Hepimiz önce insanız. Bu kodlar sistemini kadın erkek demeden kırmamız lazım. Tek başımıza yaşayabilmeyi öğrenmeden, başkasıyla varolmaya çalışarak yaşamayı sürdürdüğümüz sürece de bu sistem değişmeyecek. Nezihe Meriç okusun kadınlar, geçen gün kız öğrencilerime muhakkak okuyun dedim. Leyla Erbil okusunlar, Cüce’yi muhakkak. Ariana Harwicz’den Geber Aşkım harika bir kitaptı. Damızlık Kızın Öyküsü’nü okusunlar. Yaşar Kemal okusunlar en başta.
Parşömen Sanal Fanzin’de yayımlanan bir söyleşinizde Mimesis adlı öykünüzden hareketle “Bazen aşırı ilgileriyle, aşırı sevgileriyle; bazen mesafeleriyle, bazen özgürlüğü seçip evlatlarını daha geriye atmalarıyla annelerinin denizlerinde bir şekilde boğulan bir sürü kadın tanıdım. Gerek sevgi gerek nefret ama hepsi boğuldular. Ben insanın annesi öldüğünde gerçekten doğduğuna inanmışımdır hep” diyorsunuz. Peki annelere neler önerirsiniz çocuklarını kendi denizlerinde boğmalarını önlemeleri için?
Yukarıda da bahsettiğim gibi, gaz maskeleri koltuğun altında. Önce kendi maskelerini taksınlar anneler, sonra bebelerininkini… Anneler iyi hissetmezse değil evlatlarına, kendilerine bile faydaları olmaz. Hayatlarındaki tek şey annelik değil, göbek bağını kendi elleriyle kessinler. Kendilerini her şeyden önemli tutanlarına gelince, her kadın anne olmak zorunda değil. Anne olmamak bir eksiklik değil. Çocuk yapmadan mis gibi yaşasınlar.
Bazen çevremizdeki kişiler ya da anılarımız hikâyelerimize sızıverir. Öykülerinizdeki kişilerin gerçek hayatınızdaki yerleri nedir?
Öykülerimin içinde başta anneannem olmak üzere hayatın sert şutlarını göğüslerinde yumuşatarak kaleye sert goller atan ailemin tüm kadınları var bir kere. Geri kalan yerlerde de bolca ben varım. Sürekli gözlemliyor ve çözümlemeye çalışıyorum insanları ben, mesela Seninki Gibi öyküsündeki kadın karakter tamamen kurgudur evet ama sormak isterim hangimiz değiliz aynı zamanda o kadın?
Kitabınızla ilgili nasıl geri dönüşler alıyorsunuz, ne diyor okurlarınız, beğendiler mi Talan’ı?
Okurlardan bolca dönüş aldım ben açıkçası, bir kitabım daha olduğu için önceden sosyal medyadan takip edenler vardı sağ olsunlar. Okurlardan tek bir kötü dönüş bile almadım, Artis başta olmak üzere dönüş yapan hemen herkes aynı birkaç öyküyü söylediler. Diğer yandan edebiyat dünyasından beni sevip soran birkaç isim kitap hakkında yazılar yazdılar. Onlarda da bir ilk kitap için söylenebilecek güzel ne varsa vardı. Kitap mükemmel mi, değil fakat Talan yüz kitap da çıkarsam dönüp baktığımda kendisinden asla pişman olmayacağım bir kitap.
Yeni bir kitap çalışmanız var mı?
Var. Bir şey üzerinde çalışıyorum vakit buldukça, niyet ettiğim gibi giderse ikinci kitap gelecek, gitmezse her şey çöpe.
Sorularımı büyük bir içtenlikle yanıtladığın için teşekkür ederim.
Ben çok teşekkür ediyorum bu şahane ve öğretici röportaj için sevgili Münire hocam.
İlgili haberler
Edna’nın ‘Uyanış’ı...
Döneminde yazarlığı kadın olduğu için görmezden gelinen ancak hak ettiği itibarı yıllar sonra kazana...
‘Bu Roman Olan Şeylerin Romanıdır’ ve Suat Derviş
Suat Derviş’in, ‘Bu Roman Olan Şeylerin Romanıdır’ eseri, bir dokuma fabrikasında sömürülen, bütün h...
Köleliğe başkaldıran Harriet’in öyküsü
Harriet Tubman, mücadele dolu hayatını aklımızın bir köşesine kazıyacağımız o kadınlardan biri. Amer...
- EN SON
- ÇOK OKUNAN
- ÖNERİLEN
Editörden
Bültenimize abone olun!
E-posta listesine kayıt oldunuz.