Bu Nazgullar da ne ki kadınların gördüklerinin yanında!
Mafya-devlet-sermaye çetesinin kirli ilişkileri tek tek ortaya serilirken, halka ama en çok da kadınlara “senin hayatın değersiz” duygusu pompalanıyor.

İşten eve yetişme telaşı, akşama ne pişecek sorusu, ödev teslim stresi…

Çocuklara kim bakacak derdi, iş bulabilecek miyim çarpıntısı…

Kredi borcunun son günü yaklaşıyor kaygısı, şu arkadaki adam peşime mi takıldı korkusu…

“Dün yaşadığımın aynısına uyanacağım” bıkkınlığı…

Benzer telaşlarda, kalp çarpıntılarında, streslerde, korkularda, bıkkınlıklarda buluşan milyonlarca kadın…

Marinalara kimin çökmeye çalıştığının, bakan oğullarının yeniden dizayn ettiği uyuşturucu ticareti rotalarının, “Namussuzum doğru”, “Esas ben şerefsizim yalan” çıkışlarının değmediği, gündelik yaşamın hengamesinde biriken dertlerden ülkece başımıza örülen çoraplarla ilgilenmenin mümkün olamadığı bir kısır döngüde süren zorlu hayatlar…

Kapitalist sömürü, ekonomik kriz ile taçlandı derken üstüne pandemi de bindi. Emekçilerin, özellikle de kadınların omuzlarındaki yük arttı da arttı. Kadınlar, gündelik yaşamlarında daha da katlanılmaz hale gelen sıkıntılar denizinde kürek çekiyor. Yalnızca ağırlaşan geçim yükünden bahsetmiyoruz kuşkusuz. Bu sistemin kendini her gün yeniden, tüm karanlığını da derinleştirerek üretmesinin hayatımızın her veçhesinde etkili olan sonuçlarından bahsediyoruz. Kadınların ezilmişliğini perçinleyen, ağırlaşan sömürü koşullarına kadınları ataerkil kodlarla her gün yeniden hapseden bu karanlığın içinde neler yok ki! Üstelik bu karanlık, kadınların duygu ve düşünce dünyalarında, kendilerinin insan olduğunu unutturacak şekilde kökleşiyor.

Ekmek ve Gül’e duygularını, zorluklarını, deneyimlerini anlatan farklı yaş, meslek ve şehirlerden kadınların mektuplarını biraz deşince ortak bir his olarak “Kendimi çok değersiz hissediyorum” duygusu gün yüzüne çıkıveriyor.

Migros direnişçisinin “Bu yasalar hep Fatmalara mı işliyor?” isyanı, “Kendimi en son ne zaman bir kadın gibi hissettim hatırlamıyorum” sitemlerine, “Ceza yemekten korkuyorum ama kiramı ödemek için kaçak olarak çalışmak zorundayım” mecburiyeti, “Tacizcileri uzak tutacak kıyafet” seçimlerine karışıyor satırlarda.

GÜCÜ ELİNDE TUTANLAR, ASIL GÜÇ SAHİPLERİNE ‘SİZ KİM OLUYORSUNUZ’ DİYOR

Bir fotoğraf yayımlandı geçtiğimiz haftalarda. Lüks bir işletmenin muhteşem manzaralı terasında, bir masada gülüp eğlenen sefahat içinde zenginlerin arkasında yerleri süpürürken objektife takılan emekçi kadın ne çok şey anlattı aslında o kare ile. İsyanlar, sitemler, mecburiyetler tüm sınıfsal karakteri ile gösterdi kendini fotoğrafta.

Bu düzenin halkın yaşamını nasıl hiçleştirdiğini; bu hiçliği, kendine yabancı hale gelmeyi bizim küçük yaşamlarımızın orta yerinde nasıl inşa ettiğini anlamaya ihtiyaç var.

Çünkü tek adam rejimi faşizme doğru attığı adımları ile yığınları kendi hayatlarına dair tek söz söyleyemeyecek hale getirmeye çalışırken, emekçilere tek karar verme hakkı olarak borçlanma, fazla mesai, ölümüne çalışma, yoksullaşmadan başka bir şey tanımıyor. Emekçiler, bu tabloyu sınıf güdüleri ile kavramaya başlıyor.

Tablonun en çok bedel ödeyeni ve ödemeye devam edeni emek tarafı şimdilik. Bu karşı karşıya gelişin sermaye sınıfı ve onların temsilcileri için bir bedel ödemek anlamına geldiği aşikâr. Hiç değilse iktidarlarına ve emellerine yönelmiş bir tehdit bu. Faşizmin inşasında hızlı yol almak istiyorlar. Rejimin bekası bu hıza bağlı. Bu hızın önüne geçebilecek, onu en çok korkutan tehdit ise sömürü ve şiddet kıskacına sıkıştırdığı geniş emekçi yığınlar. Bu kıskacın içinde en çok bedel ödeyenler ise kadınlar.

Tek adam rejimi işte bu nedenle, işyerleri, üniversiteler, sokaklarda bu kıskacın içinden çıkmak için sesi en çok çıkanlara “Sizin gücünüz ne ki? Siz kim oluyorsunuz?” küçümsemelerini boca ediyor. Kadınları, kendi hayatlarının akışını değiştiremeyeceklerine ikna etmek, böyle kandırmak istiyor. Kadınların en ufak talebine saldırı, her gün kadınlar ölürken ve ölümle tehdit edilirken "Şiddet tolere edilebilir seviyede” açıklaması, Fatmaların karşısına dikilen polisler, kirli ilişkiler tek tek ortaya serilirken bir tek savcının kılını kıpırdatmadığı “adalet” sisteminin, kadınlar bir hak talebinde bulununca tıkır tıkır işlemesi bu kandırma, küçümseme, güçsüzleştirme çabasının içinde anlam kazanıyor. Hayatında karar verme hakkı tanınan tek şey yoksulluklardan yoksulluk beğenmek olan emekçiler mafya-devlet-sermaye düzeninin seyircisi haline getiriliyor.

Kimisi izlemeye bile tahammül edemeyip kanalı değiştiriyor, bir sonraki gönderiye kaydırıyor ekranı. Kimisi “Aman yesinler birbirlerini” diye omuz silkiyor.

Kimisi, (ki politika ile belki de en yakın olanlar), bunca birikmiş sorun ile tek adam rejiminin ilişkisini kuruyor. Ama “Dinsizin hakkından imansız gelir” diyerek; “Belki bu sefer giderler” diye iç geçiriyor. Ana muhalefetin yarattığı “sandık.” Ama henüz “Bunların hakkından ancak biz geliriz, bu kirli ilişkiler ağını ancak bizim birliğimiz, örgütlülüğümüz çözer” diyebilen az, çok az… Çünkü mücadele ve dayanışma olanaklarını da son derece daraltan, örgütlü bir toplum olmanın tüm imkanlarını baskıyla ve korku iklimiyle yok eden bir siyasi atmosferin içinde yaşıyoruz uzun zamandır. Örgütsüzlük, hep kendi dışında birilerinin ya da bir şeylerin işleri yoluna koyacağına dair bir beklenti yaratırken, halkın kendi gücüne dayanmasının, bu güce inanmasının da tümüyle altını oyuyor. Bu çok sistematik bir yönetme pratiği…


KADINLAR OLAN BİTENE ŞAŞIRMIYOR, ÇÜNKÜ…

Bütün bunlar olup biterken kadınlarda olmayan duygu ne diye sorsak, şaşkınlık deriz.

Çünkü kadınlar, katillerin serbest bırakıldığı, tecavüz suçlarının üzerinin örtülüp, faillerin çoğu zaman bizzat devlet tarafından kollandığı, kolluk güçleri ve yargı mekanizmalarının bu aklama-kollama faaliyetinin garantörü olduğu yollardan geçiyorlar.

Çünkü kadınlar, sosyal yardım kuyruklarında bekleşiyor, patronlara teşvikten arta kalan yardım kırıntılarından geçinebilmek için akla karayı seçiyor, bir de bu kırıntıları dağıtanlar tarafından aşağılanıyorlar.

Çünkü kadınlar, aynı işi yapmalarına rağmen erkek işçilerden daha az ücret alıyor, patronun ürettikleri zenginliğe nasıl “çöktüğünü” her ay maaş günü geldiğinde görüyorlar.

Çünkü kadınlar, herhangi bir talep için grev yapmak, iş bırakmak, haklarını aramak istediklerinde karşılarına sendikal bürokrasi ve polis birer mafya üyesi gibi dikiliyor.

Çünkü kadınlar, İçişleri Bakanı’nın “Uyuşturucu çetelerine büyük darbe vurduk” açıklamalarını ilkokul önlerine kadar çöreklenmiş zehir satıcılarından çocuklarını nasıl koruyacaklarını düşünerek izliyorlar.

Çünkü kadınlar, Peker’in “namusum, kadınım, kızım” dayılanmalarında kendi üzerlerine çöken ataerkil toplumsal kodları, muameleleri, aşağılanmaları görüyorlar.

Çalıştığı işyerinin patronu, evdeki şiddet faili yakını, üniversitesinde rektörü, sosyal yaşamında kapılarında süründüğü devlet yetkililerinin her biri bir çete kadınların yaşamında.

Gündelik yaşamın, kelli felli adamların kavgalarından (ki kelli felli kapitalizmin ifşa olan pislikleridir bunlar) uzakta olduğu yanılgısı yaratmak, kadınları şiddet, sömürü ortamında “Ben neyim ki, benim gücüm ne ki” duygusu yaşatarak sindirmek, korkutmak, güçsüz bırakmak istemeleri bu yüzden.


SEN DE KİMSİN DİYENLERE CEVAP…

Yüzüklerin Efendisi serisinde Nazgul denen yaratıklar vardır. Bunlar kötülüğün başı Sauron’un gücünün hayranlığına kapılarak onun boyunduruğuna girmiş ölümsüz insan krallardır. Kullandıkları silahlar fiziksel olarak bir üstünlüğe sahip değildir. Asıl güçleri çevrelerine yaydıkları korku, zehirli solukları, duyulduğunda korku ve güçsüzlüğe yol açan çığlıklarıdır.

Serinin son filminde; karanlık güçler hep birlikte saldırıya geçer. Kötülüğe karşı olanlar da birleşip savaşır. Eh savaş meydanı, er meydanı... Savaş meydanları kadınlar için uygun yerler olarak anılmaz. Ama Rohan halkından Eowyn isimli kadın karakter, yurdunu ve halkını korumak için erkek kılığına girerek askerlerin arasına karışır.

İyi bir savaşçıdır; canla başla dövüşür. Nitekim bu Nazgulların en güçlüsü Angmar Kralı ile karşı karşıya gelir. Angmar, elindeki gürzü Eowyn’e doğru sallayıp onunla alay ederek, şöyle der; “Bugüne kadar hiçbir erkek bana dokunamadı.”

İşte o an Eowyn, “Ben erkek değilim” diyerek uzun sarı saçlarını saklayan miğferi kafasından çıkarır; kılıç kadar keskindir; onu aşağılayan, korku salan düşman karşısındaki sözü.

“Ben kadınım”dan aldığı güçle kılıcını Nazgul’a saplar ve ölümsüz denilen düşmanı yok eder.

Kadın olmanın, ancak birbirlerinin pisliklerini ortaya dökerken ilk anda kullanılan hakaretler olarak kodlandığı bir karanlığın içinde; bunca aşağılanmanın, hiç kılınmanın üstesinden gelebilecek silah; aşağılananların, “Sen de kim oluyorsun” denilenlerin birliğinden, örgütlenmesinden doğacak cesaret ve güçtür.

Bu Nazgullar da ne ki Türkiyeli kadınların gördüklerinin yanında!

Fotoğraflar: Ekmek ve Gül

İlgili haberler
Bu duvarı biz yıkacağız

Bize dayatılan, örümcek ağına bulanmış o duvarları bizim yıkmamız; bize açlığı, yoksulluğu reva göre...

Söyleyişiyle var olan kadın: Dengbêj Gazin

Van’ın ilk kadın dengbêji olarak bilinen Gazin’in de dediği gibi ‘Kadınlar söylemiş erkeklere mahal...

‘Çalışan bir anne olarak ücretsiz, nitelikli kreşl...

Özel sektörde çalışan ve çocuğuna bakacak kimseyi bulamayan pek çok kadın işten ayrılmaya mecbur bır...

‘Pandemide eğitim gecekondu gibiydi’

Çocuğu olan kadınlar pandemide eğitimin tüm yükünün üstlerine yıkıldığını, çocukların eğitimden uzak...