Barınma, beslenme, eğitim haklarımızın talan edilmesinin kısa tarihi: Bu gidişatı değiştirmeliyiz!
Beslenme, barınma ve eğitim sorunu ne kadar ekonomik görünürse görünsün politik bir muhtevası var. Zira mesele iktidarın sınıfsal tercihleri, politik iktidarın hangi sınıfta olduğunda.

“Vatandaşımız biraz dişini sıkarak, biraz eşinden, dostundan borç alarak, biraz belki ek mesai yaparak bu bedeli karşılayabilir.”

Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanı Murat Kurum’un asgari ücretliler hem kira hem konut kredisini nasıl ödeyecek” sorusuna verdiği yanıt bu!

Bakan Kurum’un çocuğunun beslenme çantasına fırından aldığı bayat simidi ıslatıp koyan, bırakın kirasını ödemeyi elektrik, su, doğal gaz faturalarına yetişemeyen 10 milyon asgari ücretli işçi ve biraz üzerinde ücretler alan yoksul emekçilere “müjde” diye sunulan sosyal konut projesi ve bu projeden yararlanmak için ne yapılmasını beklediklerini tariflediği sözleri.

Bakan Kurum’un yukarıda verdiğim sözlerine gelmeden önce birkaç veriden bahsedeceğim.

Türkiye’de iki yılı aşkın bir süredir kira artışlarının yüksekliği sermaye çevreleri tarafından konut kıtlığı üzerinden tarif ediliyor. Oysa 2021 yılı TÜİK verilerine göre 1 milyon 629 bin boş konut var. Bir İzmir sığar içine… Türkiye’de Konut Balonu kitabının yazarı Dr. Sinan Araman 2014 yılından beri inşaat şirketlerinin elinde 1 milyon konut arz fazlası olduğunu söylüyor. Peki neden bu kadar boş konut varken, hükümete yakınlığıyla bilinen patron örgütü MÜSİAD yılda 830 bin konut üretilmesi lazım açıklamaları yapıyor? Ya da iktidar en büyük müteahhit TOKİ aracılığıyla 500 bin sosyal konut üretileceğini ve bunu da düşük gelirlilere yönelik kredili borçlanma yoluyla yapacağını ilan ediyor?

BARINMANIN PİYASALAŞTIRILMASININ AĞIR SONUÇLARI

Barınma, beslenme, eğitim ve sağlık gibi temel haklar, 1929 buhranı döneminde Sovyet Rusya ve işçi sınıfı mücadelelerinin de etkisiyle insan hakları çerçevesinde, devletlerin güvencesinde bir kamu hizmeti olarak ele alınmaya başlandı. Ancak soğuk savaş döneminin sona erdiği daha çok da neoliberal politikaların devreye girdiği 1970’li yıllardan bugüne özelleştirmeler yoluyla bu hizmetler kamu hizmeti olmaktan çıkarıldı. Ülkemizde ise AKP iktidarıyla birlikte özelleştirme politikaları hız kazandı. Barınma ihtiyacı da tıpkı diğer sorunlarda olduğu gibi piyasaya açılarak, daha çok sermaye birikimi için kullanıldı. Örneğin 2002 yılında yapı kullanım izni alan 3 daireden birini kooperatifler yaparken, 2010’da yüzde 9’a 2021 yılında yüzde 1’e düştü bu oran.

Yani imar afları, doğa ve tarih alanlarının yok edilmesi pahasına kamu arazileri, ucuz krediler yoluyla kamusal kaynaklar inşaat şirketlerine peşkeş çekildi. Büyüyen kentlerin merkezinde yer alan işçi sınıfı ve yoksul kent emekçilerinin yaşadığı alanlar, “alt yapısız, sağlıksız konutlar, uyuşturucu ve terör yuvaları, deprem riski” gibi argümanlara sarılarak kentsel dönüşüm adı altında mahalle sakinlerinin dışarı atılması şeklinde lüks konutların yapıldığı rant ve sermaye birikim alanlarına dönüştürüldü. İşçi sınıfı kent merkezlerinden çevresine itilirken, emekçiler bir yatırım aracına dönüşen konutları almak için bankalara borçlandırıldı. Bu alanlara yapılan konutlar, bugün orta sınıf diye tabir ettiğimiz, işçi sınıfından nispeten daha iyi ücretler alan emeğini satarak geçinen orta/ara sınıflar açısından da ulaşılamaz hale geldi.

Fotoğraf: Evrensel

AŞIRI ÜRETİM, KÂR HIRSI, BARINMA SORUNU

Sonuç olarak aşırı üretim ve daha çok kâr hırsı sonucu hem kiralar yükseldi hem de satış fiyatları. Enflasyon, ücretlerdeki erime, zamlar ve düşen alım gücü de eklenince işçi ve emekçiler sağlıklı konuta ulaşamaz hale geldi.

Şimdi biraz da zorunlu olarak ilan ettikleri sosyal konut projesi adı altında bedelinden çok daha yüksek faiz oranlarıyla enflasyona endekslenmiş şekilde emekçilerin bankalara borçlandırılmasıyla barınma krizi çözülebilir mi?

Bakan Kurum’un açık açık söylediği gibi bu sosyal konut projesi tam da işçi ve emekçileri daha fazla borçlandırıp, fazla mesailerle daha çok sömürülmeleri, Engels’in Konut Sorunu metninde dediği gibi, çalıştıkları fabrika ve işletmelere zincirlenmeleri, en ufak bir haksızlığa dahi ses çıkaramayacak hale gelmelerinden başka ne anlam taşıyabilir!

YA ÜNİVERSİTELİLERİN BARINMA SORUNU?
Keza üniversite öğrencilerinin barınma sorunu için buldukları çözüm de benzer özellikler taşıyor. Bu yıl Türkiye’deki örgün yükseköğretim programlarına 838 bin 892 aday yerleşti. Toplamda 4 milyon öğrenci var ama KYK yurtlarının kapasitesi 825 bin kişi. MEB’in verilerine göre 2021-22 döneminde yapılan yurt sayısı 3, yazıyla yazalım üç. 2022 Ocak-Haziran döneminde ise 1. toplam sayı ise 776. Öte yandan yine MEB’in 2021-2022 verilerine göre vakıf, dernek, şahıslara ait “özel” yurtların sayısı bir yılda 286 adet artış göstererek 4 bin 692 olmuş. Yüksek öğrenimin zorunlu bir parçası olan barınma sorununa devletin yaklaşımı!
Sadece bu yıl yerleşen öğrenci sayısı bile KYK kapasitesinden fazla! Aileler ve öğrenciler büyük bir barınma krizi ile karşı karşıya. Oysa Bakan Kasapoğlu “Yurt talebini yüzde 80 oranında karşıladık” diyor. Peki yapılmış yurt yokken ortada bu talep nasıl karşılandı? Koğuşa çevrilmiş odalara fazladan atılmış yataklarla! Cemaat ve vakıf yurtlarına yönlendirmekle… Şimdi yurtlara yerleşebilmiş az sayıda öğrencinin çalışma masasından tutun da yemekhane ve duşlarda yığılmaya kadar bir dizi sorunu daha oldu, daha doğrusu var olan sorunları ikiye katlandı. Hepimize hayırlı olsun.
Hal böyle olunca Aydın Adnan Menderes Üniversitesi, öğrencilerin büyük bölümünün barınma sorunu yaşadığını göz önünde bulundurarak ilk iki hafta derslerde devam zorunluluğu aranmayacağını açıkladı. Her on öğrenciden biri devlet yurdunda yer bulamazsa kaydını dondurmayı düşünüyor. Üniversiteli kadınlar başka bir sürü sebebin yanı sıra özellikle barınma sorunu yüzünden ya okulunu bırakıyor ya donduruyor. Ev arayan binlercesi tacizle yüz yüze…
BESLENME SORUNUNUN ARDINDA YATANLAR

Bütün bunlar bir insan hakkı olan beslenme hakkı için de aynı şekilde cereyan etti. AKP’den çok daha önce başlayan örneğin Et Balık Kurumu (gıda sektörü krize girince kurtarma hamlesi olarak bir kısmı yeniden kamulaştırıldı), Süt Endüstrisi Kurumu (SEK) gibi kamu işletmeleri özelleştirilerek gıdaya ulaşamama anlamına gelen gıda güvenliği piyasanın insafına terk edildi. Tarımdaki dışa bağımlı politikalar, buğdayın dahi ithal edilmesine yol açtı. Mazot, gübre, yem ve elektrik gibi girdi fiyatlarındaki artış, çiftçiyi ve tarım işçilerini kent merkezlerine göçe zorladı. 20 yılda Çiftçi Kayıt Sistemine kayıtlı çiftçi sayısı 1 milyon azaldı. 23,9 milyon hektar işlenen tarım alanı 19,8 milyona düşerek 4 milyon hektar tarım alanı üretim dışı kaldı. Tarımsal desteğe milli gelirden ayrılan pay yüzde 1’in altına düştü ve kaynak teşviki adı altında şirketlere aktarıldı. AKP, 20 yıllık iktidarı boyunca tarım alanlarını imara açtı, defalarca zeytin yasası çıkararak zeytinlikleri talan etti. Şimdi çay kanunu çıkarmaya hazırlanıyor.

Tarım alanları köylülerden büyük toprak ağalarının, büyük tarım işletmelerinin eline geçti. Yanı sıra madencilik, enerji, inşaat, sanayi gibi tarım dışı işletmeler tarafından talan edildi. Bu talan sürecinde havasına suyuna toprağına sahip çıkan başta köylü kadınlar olmak üzere üretici köylüler yerlerde sürüklendi. Yerlerde sürüklenen yalnızca yaşam hakkına sahip çıkan köylü kadınlar değildi; aynı zamanda gıda güvenliğimiz, sağlıklı yaşam hakkımızdı da…

Pazar filelerinin boş kalmasının, market alışverişi yapamaz hale gelmemizin, gıda fiyatlarındaki artışın temel sebebi, topraktan fabrikaya gıda üretimini çökerten sermaye yanlısı bu politikalar. Şimdi 6 milyon çocuk yetersiz besleniyor, 3 buçuk milyon çocuk ise açlıkla yüz yüze. Beslenme çantalarına bir kuru ekmeği koymakta bile zorlanıyor kadınlar, kız çocukları eğitimden uzaklaşıyor.

Fotoğraf: Evrensel

BİR NESİL HEBA OLUYOR!

Keza eğitimde de benzer süreç işledi, 4+4+4 ile eğitim ticarileştirilirken, özel okullar kamu kaynaklarıyla teşvik edildi. MEB bütçesinden öğrenci başına kaynak aktarıldı. Pıtrak gibi özel okul açılırken devlet okullarının sayısı azaltıldı. MEB istatistiklerine göre, ilkokul sayısı 10 yılda 5 bin 697 azalırken, 2012-2013’te yüzde 98,86 olan okullaşma oranı 2021-2022’de ise 93,1’e geriledi. Bu şu demek en alttakilerin çocukları her çocuğun temel bir hakkı olan eğitime ulaşamadı şimdi hepsi çocuk işçi, ya da bir boğaz eksilsin diye erken yaşta zorla evlendiriliyor.

Öte yandan devlet okullarında bağış adı altında okulların bütün ihtiyaçları, tebeşirinden kâğıdına, boyasından okul temizliğine, tavandaki lambasından hizmetli, güvenlik görevlisi gibi çalışan maaşlarına kadar velilerin sırtına yıkıldı. 4+4+4 sadece ticarileşmeye yol açmadı aynı zamanda eğitimde gericileşmenin de yolunu açtı. Bu da kadınların ve kız çocuklarının eşitlik haklarına yönelik saldırıların önemli adımlarından bir oldu. Özellikle kız çocukları her yıl artan oranda eğitimden uzaklaşıyor.

Milli Eğitim’in bütçesi cemaat ve vakıflara ayrılırken, devlet okullarına giden milyonlarca çocuk gerçekte parasız, bilimsel nitelikli eğitimden mahrum kaldı. Nispeten daha iyi koşullarda olan emekçiler ise tüm bunlara karşı mücadele etmek yerine biraz da bankalara borçlanma suretiyle laik bilimsel bir eğitim alabilmesi umuduyla çocuklarını kolejlere gönderdi. Gelinen yerde; özel okul öğrenci sayısındaki yüzde 25’lik düşüşten de anlaşılacağı gibi enflasyon nedeniyle gelir kaybı yaşayan ebeveynler, çocuklarını kolejden alarak iyi devlet okuluna kaydettirme telaşına düştü. Devlet okullarındaki kayıt paralarını artırdılar, işçi çocukları daha kötü okullara ya da öğrenim dışına düştü. Bugün açısından günün kurtarıldığı düşünülse de en nihayetinde koca bir nesil heba oluyor.

Bütün bunların kadınlar açısından sonuçları ise çok daha ağır. Gıda fiyatlarındaki artış, yüksek kiralar yüzünden geçinemeyen kadınlar ev içi yüklerinin artmasının yanı sıra düşük ücretlere güvencesiz işlere yönelmek zorunda kaldı.

ETF işçileri örneğinde olduğu gibi feminist görünen/geçinen, ‘kadın dostu işveren’ sertifikası olan bir patron Sanem Dikmen, düşük ücret ve kötü çalışma koşullarında 12-13 saatlere kadar çalıştırdığı çoğunlu kadınlardan oluşan işçileri, işi bittiğinde içerde biriken ücretlerine, fazla mesai alacaklarına, sosyal güvenlik haklarına el koyarak kapı önüne koydu.

MÜCADELEYİ HANGİ TEMELDE ÖRGÜTLEYECEĞİZ?
Bu politikalar özelleştirmeyle eş zamanlı olarak sürdürülen eğitimin gericileştirilmesinde olduğu gibi dozu giderek artan baskı ve yasaklamalarla, yaşam hakkına, toplumsal varlığına, örgütlenme özgürlüğüne gerici müdahalelerle, kutuplaştırma politikalarıyla iç içe sürdürülüyor.
Sonuç olarak beslenme, barınma ve eğitim sorunu bize gösteriyor ki, bir sorun ne kadar ekonomik görünürse görünsün politik bir muhtevası var. Zira mesele iktidarın sınıfsal tercihleri, ya da daha doğru bir ifadeyle politik iktidarın hangi sınıfta olduğundadır. Biz bugün bırakın sosyal hakları, en temel haklarımız olan barınmayı, tok olabilmeyi tartışır hale gelmişsek, devleti yönetenlerin sermaye yanlısı politikalarının sonucudur.
Öyleyse biz kadınların bu gerçeği de değiştirmek üzere mücadeleyi örgütlemesi gerekli.
İranlı kadınların Mahsa Amini’nin katledilmesi sonrası verdiği haklı mücadele ve İran’da yaşanan protestolar bize kadınların özgürlük mücadelesinde sendikaların, yani işçi sınıfının öz örgütlülüğünün aktif dahlinin ne kadar belirleyici olabildiğini gösterdi. Yani sendikaların temsil ettiği sınıfın beslenme, barınma ve kadın özgürlüğü gibi konularda görevleri var. İşte bu görevleri yerine getirmelerini de sağlamak üzere bir mücadele pratiği söz ettiğimiz.
Bu pratik TİS süreçleri devam eden iş kollarında, insanca yaşanabilecek ücret ve insani çalışma koşulları talebinde ısrar etmek olduğu kadar, başta yaşam hakkımıza olmak üzere hak ve özgürlüklerimize yönelik saldırılara karşı, sendikalarımızı harekete geçmeye zorlamaktan geçer. Bu pratik mayıs ayında Kocaeli Ekmek ve Gül Kadın Dayanışma Derneğinin başlattığı, Ekmek ve Gül’ün kampanya çağrısıyla pek çok kentte kadın dernekleri, veli dernekleri, çocuk hak örgütleri, mahalle inisiyatiflerinin birlikte sürdürdüğü, milletvekillerinin soru önergesi ve kanun teklifleriyle Meclise taşıdığı “Okullarda #1ÖğünÜcretsizSağlıklıYemek” kampanyasını daha da büyütmekten geçer. Bu pratik bize açlık ve sömürüyü reva gören sermaye yanlısı politikalara karşı kendi sınıf çıkarları temelinde örgütlenmekten geçer.
İşte tam da bu nedenle; itildiğimiz, mahkummuşuz gibi gösterildiğimiz burjuva siyaset ve ittifakların dışında, tüm bu sorunlara karşı ortak mücadelenin bugünkü en geniş birliği olan Emek ve Özgürlük İttifakıyla mücadelemizi/seçeneğimizi örmek zorundayız.

Fotoğraf: Evrensel

İlgili haberler
‘Her okulda bir öğün ücretsiz, sağlıklı yemek’ tal...

Yerel yöneticilere, en alttan en üste sağlık ve eğitimden sorumlu devlet yetkililerine bu sesi duyur...

Mahsa’nın saçlarıyla ördüğümüz özgürlük mücadelemi...

Kapağımıza İranlı kadınların cesaretini, verdikleri gücü yansıtmak istedik. Hadis Najafi’nin sarı sa...

Meclis göreve: Okullarda 1 Öğün Ücretsiz, Sağlıklı...

Meclis 1 Ekim’de açılıyor. Meclisin önünde çocukların okullarda bir öğün ücretsiz, sağlıklı yemeğe e...