10 Ağustos 1896'da Prag'da dünyaya gelen Milena Jesenska, diş hekimi ve akademisyen Jan Jesenska ile Milena Hejzlarova'nın kızıydı. Annesini 16 yaşında kaybeden Milena'nın babasıyla olan ilişkisi problemliydi ve annesinin ölümünden sonra daha da arttı. Milena, babasına karşı verdiği mücadeleyle aslında kendine çizilen sınırları reddediyordu; otoriteye, belli bir zümreye ve aslında bir nevi burjuva ahlakına karşı savaşıyordu. Minerva Enstitüsü'ndeki eğitimini tamamladıktan sonra, babasının isteği -ya da baskısı da denebilir- tıp eğitimi almaya başladı. Bir süre sonra ise bu işe uygun olmadığını fark ederek okulu bıraktı.
20 yaşında edebiyat eleştirmeni Ernst Pollak'a aşık olan Milena, babasının tepkisiyle karşılaştı ve Milena'yı 1917-19 Mart arasında 9 ay boyunca Veleslavin’deki akıl hastalıkları hastanesine tabir-i caizse kilitledi. Milena, hastaneden çıktıktan sonra babasıyla tüm ilişkisini kesti, Ernst ile evlendi ve Viyana'ya taşındı. Burada 1919 yılında Tribuna gazetesi için yazılar yazmaya ve gazetecilik yapmaya başladı.
Milena, Ernst ile evli olduğu dönemde onun çevresindeki edebiyatçılarla da tanışıp, arkadaşlık kurdu. Bunların arasında Franz Kafka, Franz Werfel, Max Brod, Rudolf Fuchs ve Egon Erwin Kisch gibi isimler vardı. Bir yandan çeviri yapan Milena, bu dönemde Kafka’nın öyküleri ile tanıştı. Onun dilinden çok etkilendi. Kafka’ya bir yazı göndererek öykülerini Çekçe’ye çevirmek istediğini söyledi. Bu yazı ile birlikte ikili arasında 1923’e kadar sürecek olan mektuplaşma başladı. Evliliği giderek kötü bir hal alan, maddi manevi tüm yükü tek başına göğüslemek zorunda kalan Milena’nın Kafka ile dostluğu çok geçmeden aşka dönüştü. Geleceği olmayan bu aşk çoğunlukla posta yoluyla süregeldi. Onları birbirine bağlayan şey biraz da maruz kaldıkları haksızlıklar ve hayatlarının her döneminde kabus gibi beliriveren sevgisizlikti. İkisinin ortak noktalarından birisi ise baba baskısıydı, ancak aralarında tabi ki fark vardı. Kafka babasına karşı daha dikkatli hareket ederken, Milena daha asi ve fütursuzdu. Milena ve Kafka, ilişkileri süresince yalnızca 3 kez yüz yüze görüştü. Bu görüşmelerden ikisi Viyana’da diğeri ise Gmünd’de gerçekleşti.
Onların arasında kopmayan ancak hayatlarındaki insanlardan ayrılıp birlikte bir hayat sürmeye de çalışmayan bir ilişki vardı. Ortada bir gerçek vardı ki Milena, Kafka’ya eşine aşık olduğu kadar aşık olmamıştı. Milena ve Kafka’nın ilişkisi 1923 yılında sonlandı.
Milena çoğunlukla Kafka'nın mektuplarından tanınır. Çoğumuz onun gazeteci, yazar, çevirmen olduğunu, sosyalistlerle temas içinde Alman faşizmine karşı mücadele ettiğini ve kapatıldığı Ravensbrück toplama kampında hayatını kaybettiğini bilmeyiz mesela. Halbuki Milena gibi mücadeleci bir kadın sırf Kafka ile yaşadığı aşktan dolayı anılmamalıdır.
Yazdığı yazılardan, yaptığı çevirilerden öte, Yahudileri ve Çek vatandaşlarını yurt dışına kaçırdığı için tutuklanırken, aslında duruşuyla, yaşama biçimiyle, ideolojisini sahiplenmesiyle, eylemleriyle, insanlığıyla, insanları ikna etme yeteneğiyle, kitleleri arkasından sürükleme azmi ve kararlılığıyla belleklerde kalan bir kadındır. Yaşadığı dönemin kurallarını hem bir kadın hem de faşizme karşı savaşan bir kadın olan Milena, evliliğe ilişkin düşüncelerini Tribuna gazetesinin 1930 tarihli, ‘Yuvadaki Şeytan’ adlı makalesinde anlatıyordu. Yazıda evliliklerin mutsuzluğunun sorgulanmasına değinen Milena, bu durumun normal olduğunu, çünkü evliliğin mutluluk getirecek bir ilişki biçimi olmadığını savunur.
Milena’nın yazısından bir bölüm şöyle:
“Genelde, kişiliklerinin derinliklerine kadar inseler de, evliliğin esasının, karşılarındakinin, kendini olduğu gibi görme hakkına kadar varan kişiliğine katlanma meselesi olduğunu görmezler. Zira hesabın sonunda, daima karşısındakinden beklenen bir kendinin olma durumunun kabulü mevcuttur. Burada, “buna rağmen”ler söz konusudur. Ve, bizleri mutsuz edenler de hep o “buna rağmenler”dir. Beni, insanların cinsel, ekonomik, sosyal ya da erotik gereksinimlerini karşılayabilmeleri için beraber yaşadıklarına inandıramazsınız! İnsanların beraber yaşamalarının tek nedeni, yanlarında birisinin bulunması ihtiyacından başka bir şey değildir; dünyanın bu boşluk ve yalnızlığında, kendilerinin tüm zaaf ve hatalarına rağmen kendilerinin var olmalarını kabul ve tasdik edecek birisinin bulunmasından başka bir şey değildir; cürümden, öç almaktan, kötü düşünceden, adaletten, vicdan azabından kaçabilmeleri için yanlarında bir diğer kişiyi bulundurmak ihtiyacından başka bir şey değildir.”
FİKİRLERİNİ DİLE GETİRMEKTEN SAKINMAYAN MİLENA
Milena ayrılığının öncesinde Dresden’e ve sonra tekrar Prag’a taşındı. 30 Nisan 1927’de mimar Jaromír Krejcar ile evlendi ve 1928’de kızı Jana doğdu. Bu evlilik ise 1934 yılında sonlandı. Dönemin en önemli gazetecilerinden biri haline gelen ve sosyalist fikirlerini dile getirmekten sakınmayan Milena, çok sayıda makale kaleme aldı. Milena fikirlerini kaleme aldığı yazıların yanı sıra yükselişe geçen Nazi faşizmine karşı yaşamın her alanında mücadele sürdürdü. Çok sayıda Yahudi’nin Nazilerden kaçmasına yardım etti. Kaleme aldığı makalelerinde Nazizmin yükselişine ve Çekoslovakya’ya olan etkilerine eleştirel bir gözle bakıyordu. 1939 yılının Mart ayında, Naziler Çekoslovakya’ya geçti. Bunlara şahitlik eden Milena, gözlemlerini şöyle anlatıyordu:
“İşçiler her zamanki gibi işlerine gidiyorlardı. Tramvaylar her zamanki gibi paketlenmişti. Sadece insanlar farklıydı. Orada sessizce durdular. Bu kadar çok insanın çok sessiz olduğunu hiç duymamıştım. Kalabalık oluşmadı. Ofislerde kimse masasından bakmadı. … Saat 9:35’te Hitler’in ordusunun öncüsü şehir merkezine ulaştı, Alman ordusu kamyonları Eski Prag’ın ana caddesi Narodni Trida’yı yendi. Her zamanki gibi kaldırımlar insanlarla doluydu, ama kimse görünmüyordu. … Binlerce insanın aniden aynı şekilde davrandığını, birbirleriyle tam olarak bilinmeyen çok sayıda kalplerin aynı ritmi yendiğini açıklayamıyorum. … Alman ordusu sadece Prag’ın Alman nüfusu tarafından karşılandı.”
KAÇMAYI HEP REDDETTİ
Yahudi, komünist gazeteci Eugen Klinger, Milena’nın evinde saklanan ve onun yardımlarıyla kurtulan pek çok mülteciden biriydi. Londra’ya giden Eugen yıllar sonra o günleri anlatırken Milena’yı da kaçmaya ikna etmeye çalıştığını söyledi. Ancak Milena, bir anti-faşist olarak karşı karşıya kaldığı tehlikenin Yahudi dostlarının karşılaştığı tehlikeden daha az olduğuna ve bu nedenle, kurtarma faaliyetlerine olabildiğince uzun bir süre devam etmesi gerektiğine inanıyordu. Bu sebeple kaçmayı hep reddetti. Gazeteciliğe ilk adım attığında kaleme aldığı makaleler; gıda, mobilya, moda, çocuk ve evlilik gibi gündelik hayat konularını içeriyordu. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra karşılaştığı maddi zorluklar ve daha da önemlisi bu sıkıntının psikolojik etkileri hakkında da yazdı Milena. İkinci dönem makaleleri diyebileceğimiz yazılarında ise Nazi’nin Almanya ve Avusturya’da iktidara gelmesi, Çekoslovakya’nın Naziler tarafından ele geçirilmesinin ardından Orta Avrupa’da Yahudilere karşı artan zulüm gibi konuları işledi. Milena aynı zamanda bu dönemde yeraltı direniş faaliyetlerinde de bulundu. Hatta arkadaşlarıyla beraber V boj isimli bir yeraltı yayını çıkardı. Çıkardıkları gazete ile mücadelesini sürdüren Milena 1939’da Gestapo tarafından tutuklandı ve önce Pankrak’ta, daha sonra da Dresden’de hapsedildi. Ardından Ravensbrück’teki toplama kampına götürüldü. Milena, kamptaki ayda 16 satırlık mektup yazma hakkını hep kızından haber almaya çalışarak harcadı. Toplama kampındaki korkunç koşullarda böbrekleri gitgide işlevini kaybetmeye başladı ve böbrek yetmezliğinden 17 Mayıs 1944’te yaşamını yitirdi.
KARŞISINDAKİNİN ACISINI DERİNDEN HİSSEDEN BİR KADIN…
Milena ile 1940’da Ravensbrück kadınlar toplama kampında tanışıp arkadaş olan yazar Margarete Buber-Neuman, yıllar sonra orada yaşadıklarını kaleme aldı. Yaşadıkları o acılı günleri birbirlerine destek olarak geçirdiklerini belirten Margarete, Milena’yı şu sözlerle anlatıyordu:
“Hapishanenin onu soluklaştırdığı, acı çektiği belli. O narin yüzün arkasındaki ışık, bakışlarındaki güç ve hareketlerindeki canlılık beni ilk bakışta etkilemişti. Korkunç kurallar ve baskılarla kuşatıldıkları bu cenderede onuru kırılmamış, özgür bir insandı Milena. Gazeteci Milena, röportajcı kimliğine bürünerek beni dinler; ama kendi ıstıraplarından zerre söz etmezdi. Maskelerden uzak olmak, konuştuğu kişiyle kendini tamamen özdeşleştirmek Milena’ya has bir özellikti çünkü. Karşısındakinin acısını derinden hisseden bu kadın, teselli etmek konusunda çok içtendi.”
Margarete, Milena’nın ölmeden önce kendisine “En azından beni unutmayacağınızı biliyorum. Senin aracılığınla yaşayacağım” dediğini söyledi.
Kaynak: Gazete Karınca
İlgili haberler
Charles Dickens’ın gölgesinde kalmış bir kadın: Öt...
Catherine Dickens bir yazar, aktris ve çok iyi bir aşçıydı ama bütün meziyetleri evliliği yüzünden g...
GÜNÜN PORTRESİ: Mileva Mariç
Ünlü fizikçi Einstein’in önce çalışma arkadaşı sonra eşi olan Mileva Mariç’in hayatı, büyük bir yete...
İsimleri erkeklerin gölgesinde kalan kadınlar...
Bu filmlerin ortak noktası ne mi? Tabii ki ‘tarihte yer alan kadınların, kadın olarak verdikleri kim...
- EN SON
- ÇOK OKUNAN
- ÖNERİLEN
Editörden
Bültenimize abone olun!
E-posta listesine kayıt oldunuz.