8 Mart’ı Dünya Emekçi Kadınlar Günü olarak tarih sahnesine çıkaran 19. yüzyıldan bu yana emekçi kadınların çalışma ve yaşama koşullarını bilmek kapitalizmin, dolayısıyla bugünün emekçi kadınlarının çalışma ve yaşama koşullarının daha iyi anlaşılmasına yardımcı olacaktır. 8 Mart’ı bugüne taşıyan emekçi kadınların tarihine bir kez daha bakmak; ama özellikle örgütlenmelere, grevlere, toplusözleşmelere odaklanarak 8 Mart’ın ‘emekçi’ anlamına bakmak; aynı zamanda bu sömürü ve baskı sisteminin kadınların hayatlarına çökerttiği karanlıkta önümüzü görmemize de yarayacaktır.
MÜLKSÜZLEŞTİRME VE İŞÇİLEŞME DEVAM EDİYOR
19. yüzyılda gelişmeye başlayan sanayi ile dünyanın gidişatı değişmeye başlamıştı. Kendi topraklarında yeni sisteme yenik düşerek yoksullaşan köylüler ve zanaatçılar, fabrikaların olduğu yerlere giderek işçileşiyordu. Artık kadın ve çocuklar da çalışma sahnesine girer olmuştu. Daha ucuza çalışmaları, daha uysal olmaları bakımından patronlara daha cazip görünmüşlerdi. Patronlar, kârını artırmak için işçi ücretlerini düşük, iş saatlerini uzun tutuyordu; işyerlerindeki insanlık dışı çalışma koşullarını ve uzaklardan getirdiği işçilerin yaşadıkları yerleri iyileştirmek gibi ‘masraf’ çıkarıcı hiçbir girişimde bulunmuyordu. Yükselmekte olan burjuvazinin işçilerin emek gücünden elde ettiği artı değerden feragat etmesi mümkün değildi. Bu kapitalizmin var oluş yasasıydı.200 yıl geçmesine rağmen bu yasa asla değişmedi, ücretlerin baskılanması, çalışma saatlerinin uzatılması, tekniğin ve teknolojinin gelişimiyle de birlikte artı-değer sömürüsünün artırılmasının koşulları olmaya devam etti. Tekelci kapitalizm, az gelişmiş ülkelere sermaye ihraç ederek o ülkelerde kapitalist üretimin dışında kalan ne kadar toplumsal kesim varsa onları sahip oldukları geçim kaynaklarından, topraklarından kopararak mülksüzleştirmeye ve işçileştirmeye devam etti. Üstelik bunu yaparken yedek işgücü ordusunu, işsizler ordusunu da büyüttü.
Bugün de bir yandan krizlerle, otomasyonla, işten çıkarmalarla işsizlik rakamları artıyor, diğer yandansa kadınlar, ucuza, sigortasız, yarınını bilemeden çalışma yaşamına giriyor, işçileşiyor. Diğer taraftan, darbeler, savaşlar, yoksulluk, ekonomik krizler yüzünden insanlar, evlerini yurtlarını terk etmek, yaptıkları her ne iş olursa olsun bırakmak ve dilini kültürünü bilmedikleri ülkelere gidip en kötü koşullarda hayatta kalmaya çalışıyorlar.
Tek kutuplu dünyanın tüm serbest ticaret anlaşmaları bu mülksüzleştirme ve işçileştirme hareketinin sürekliliğine bir örnektir. Emek gücü, yani işçiler dışında tüm metalar kapitalistlerin kârını artırmak üzere sınırları aşabiliyorlar. Böylece otomobilleri ABD’de ya da Kanada’da saati 30 dolara çalışan işçiler değil, Meksika’da 2 dolara çalışan işçiler üretiyor.
2004’te imzalanan Orta Amerika Serbest Ticaret Anlaşması CAFTA da benzer şekilde, Honduras, Guatemala ve El Salvador’daki çiftçileri mülksüzleştirip köylüleri kitleler halinde yerinden etti ve konfeksiyon atölyelerinde ücretleri aşağıda tutan bir artık emek gücü yarattı. Üretimin denizaşırı ülkelere kaydırılmasıyla işsizleşen kitleler için hayat ABD destekli darbecilerin ya da sağcı yönetimlerin tırmandırdığı şiddetle bir araya gelince çekilmez bir hal aldı. Ve emperyalist kapitalist sistemin bumerangı ABD-Meksika sınırına dayandı. Çoğu kadın ve çocuk binlerce insan göç kervanları oluşturarak kilometrelerce yürüdü. Yolda ve sınırda gördükleri insanlık dışı muameleye ilk tepki kadınlardan geldi; Orta Amerikalı kadınlar insanca muamele görmek için sınırda açlık grevi yaptı.
Bir diğer göç hikayesi ise Asya ülkelerinde yaşanıyor. Haftada ortalama 80 saat kölece koşullarda ayda 37 dolarlık mesai ücretine çalıştırılan Bangladeşli kadınlar, diğer kıtalardan, daha zengin ülkelerden kendi hayatlarına akan sömürü karşısında zengin Arap ülkelerine göç etmeye başladı.
En yakınımızdaki mülksüzleşme ve işçileşme hikayesi: Suriyeli göçmen ve mülteciler. İSİG Meclisi’nin Aralık ayında yayınladığı yazıda Suriyeli göçmen ve mültecilerin koşulları şöyle özetleniyor:
- 1 milyon 959 bin 970’i erkek, 1 milyon 651 bin 864’ü kadın Suriyelilerin 2 milyonuna yakını çalışma çağında olsa da, mevcut çalışanların yüzde 99’u kayıt dışı istihdam edilmektedir. Türkiye’de 2016 yılı itibariyle Suriyelilerin sadece 14 bin 745’ine çalışma izni verilmiş olması tamamının kayıt dışı çalıştığının göstergesidir.
- Suriyeli çocukların çalışma yaşı ise 6’ya kadar düşmektedir. Kamp dışında yaşayan Suriyeli çocuklar, buldukları her işte çalışarak ailenin geçimine katkıda bulunmaktadır.
EŞİT ÜCRET HALA BİR TALEP
Kadınların işçileşme süreci yine 150-200 yıllık bir taleple birlikte devam ediyor.19. yüzyılda 13-14 saat süren ağır çalışma koşulları altına giren kadınlar; erkek iş arkadaşlarıyla aynı işi yaptıkları halde ‘vasıfsız’ görülüyorlardı. Erkeklerin işlerini çaldıkları gerekçesiyle sendikalara bile alınmıyordu. Ama bu tutumun ilk kırıldığı yerler işçi sınıfının mücadele örgütleri ve siyasal partileri oldu. Çünkü eşit işe eşit ücret mücadelesinin önkoşulu işçi kadınların kendi örgütlerinde söz ve yetki sahibi olmasıydı; kadınlar gerektiğinde özel kadın örgütlenmelerini kullanmakta da tereddüt etmediler.
Bazı sendikaların vasıfsız işçiler arasında örgütlenme yapmalarıyla birlikte, 1874’te kurulan Kadınları Koruma ve Tedbir Birliği, ‘Kadınların Sendika Birliği’ne dönüşmüş, ilk defa 1880’de TUC’ye (İngiliz İşçi Sendikaları Kongresi) kadın delegeler gönderebilmişti. Kadınların, eşit işe eşit ücret ve sendikalarda var olma mücadelesinin adımları atılıyordu.
Kadın işçilerin sendikalara üye olarak örgütlenmelerini, talepleri için kendi öz örgütlerinde mücadele etmelerini savunan, Kadınların Sendikal Ligi (WTUL) Sekreteri Clementina Black, 1888’deki TUC Kongresi’nde “Erkeklerle aynı işi yapan kadınların aynı ücreti alması bu kongrenin amaçlarından olmalıdır. Kadınlar sadece ucuz işgücü oldukları için işe alınıyor, iş ne olursa olsun erkeklerin elinden alınıp kadınlara yükleniyor. Bu ucuza mal etme, aynı iş kolunda çalışan erkekleri de kadınları da tehdit ediyor” diyerek eşit işe eşit ücret önerisini sunmuş ve bu öneri oybirliğiyle kabul edilmişti.
Aynı yıl ‘Kibritçi Kızların Grevi’ patlak verdi. 14 saatlik uzun çalışma günü, düşük ücret, işçilerin en küçük hatalarında ücret kesintisi cezaları, yemeğini bile çalışırken yeme, ama en kötüsü de kibrit üretiminde kullanılan zehirli beyaz fosfor yüzünden görülen kemik hastalıkları, Bryant-May Kibrit Fabrikası’nda çalışan çoğunluğu İrlanda göçmeni yoksul işçi kadınların ve çocukların her gün maruz kaldığı koşullardı. Eleanor Marx ve Annie Besant gibi sosyalist kadın örgütçüler işçi kadın ve kız çocukları arasında örgütlenme çalışmaları yapıyordu. Aynı zamanda bir gazeteci olan Besant, durumu ‘Londra’da Beyaz Kölelik’ makalesiyle medyaya taşıyınca, patronlar işçilere baskı yaparak röportaj verenlerden birini işten çıkardı. Bu olay, işçiler arasında kibriti çakmıştı! Arkadaşlarının işten atılmasına tepki olarak yüzlerce işçi greve çıktı. İşten atılan arkadaşlarının geri alınmasının yanında, canlarına tak eden sorunların çözümünü de istiyorlardı.
Talepleri kabul edildi, 17 Temmuz 1888’de fabrika direktörleriyle toplu sözleşmelerini imzaladılar. Üç hafta süren kararlı örgütlülükleriyle, grevi kazanmakla kalmadılar, aynı zamanda grev yapmayı, komite kurmayı öğrendiler, işçi arkadaşlarıyla birlikte ne istediklerini detaylıca konuşup taleplerini kendileri belirlediler ve canlarına tak eden sorunlarına toplu bir şekilde çözüm istediler; ilk toplu sözleşmelerini yaptılar, sendikalarını da kurdular.
Bugünün çalışma saatleri ve koşulları 19. yüzyılda ortaya çıkan “eşit işe eşit ücret” talebini hala geçerli kılıyor ve hatta denebilir ki kapitalizmin en acımasız o yüzyılının koşulları hâlâ birçok ülkede gözlemlemek mümkün. Evlerinden iş yerlerine çekilen kadınlar için doğum, kreş, çocuk ve yaşlı bakımı gibi sorumluluklar ayaklarına vurulan pranga olmaya devam ediyor. Belki bugün sendikalar kadınlara yasak koymuyor, ama kadınlar yorucu, zaman alan iş ve ev ikilisinden kendilerini kurtarıp kendilerini geliştirebilecekleri, haklarını öğrenip savunabilecekleri doğal örgütlerini kuramıyor, var olan örgütlerde aktifleşmekte zorlanıyor.
Tüm bunlara rağmen sendikal hareketin görece güçlü olduğu yerlerde, özellikle de Avrupa’nın birçok ülkesinde, geçtiğimiz 8 Mart’tan bu yana birçok “eşit ücret grevi” gerçekleşti.
Emperyalist kapitalist sistemin en gelişkin olduğu yerlerde en görünür biçimiyle karşımıza çıkan neredeyse 200 yıllık “eşit işe eşit ücret” talebi ve eylemleri emekçi kadınların başat gündemi olmaya devam ediyor. Kuşkusuz bu eylemler genel ücret artışı, çalışma saatlerinin azaltılması ve işyerlerinde insanca çalışma koşullarının yaratılması gibi taleplerle birleştiği oranda kapitalist sistemin kendisiyle hesaplaşmanın da yollarını açıyor.
100 yıl önce New Yorklu dokuma işçilerinin yanarak can verdiği cinayetler, 2005’te Bursa’daki tekstil fabrikasında beş kadın işçinin yanarak can vermesiyle, 2013’te Bangladeş’teki Rana Plaza katliamıyla, her ay savaş rakamları gibi büyüyen iş cinayetleriyle tekrarlanıyor.
Türkiye’de de bir yıl önce Tüm Bel-Sen’de örgütlenen Seyhan Belediyesi işçileri, belediyeyle imzaladıkları toplu sözleşmeye göre brüt 1620 lira iyileştirme zammının yanı sıra 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü’nde ücretli izin, eşine şiddet uygulayan personelin o ay alacağı ikramiyesinin şiddet gören eşe verilmesi, belediyenin açtığı kreş ve gündüz bakım evlerinden ücretsiz yararlanılması gibi kazanımlar örnek teşkil etmesi bakımından oldukça önemli “Eşine şiddet uygulayan personelin o ay alacağı ikramiyesinin şiddet gören eşe verilmesi” maddesi sendikal örgütlülüğün, işçi sınıfının aile yaşamındaki ataerkil tahakkümle ve onun en uç örneği olan şiddetle mücadelede önemli bir rol oynayabileceğinin en güzel örneklerinden biri.
EKMEK YOKSA, DEVRİM VAR
Emekçilerin önce yoksullaştırılması ve mahkum edildikleri bu yoksulluğun getirdiği kötü koşullar nedeniyle aşağılanması en az kapitalizmin tarihi kadar eski. Sarı Yelekliler, bu aşağılanma ve yoksulluğa karşı uzun bir mücadele tarihi olan Fransa’daki emekçi halk hareketlerinin bir devamı olarak da okunabilir. O tarih ki “ekmek” sadece karın doyurmanın değil, onurluca insana yakışır yaşamanın, eşitliğin ve özgürlüğün de sembolü.Eminiz ki “kibrin ve hor görmenin şampiyonu” Macron, 1774’te devlet, ekmek fiyatlarını tüccarların keyfine bırakınca, sokaklara dökülen halkı, daha on yıl geçmeden ekmek krizi tekrar yaşandığında Fransız Devrimi’nin fitilini ateşleyerek tarihe ‘Kadınların Yürüyüşü’ olarak geçen eylemleri sonunda kral indirilmesini birkaç yıl sonra da cumhuriyet ilan edilişini çok iyi hatırlıyordur. Fransa’da Eylül 1911’de “Yağ 30 sikke olmazsa devrim olur!” diyerek pazarları ateşe veren kadınların yağ, süt, yumurta ve ekmek fiyatlarındaki pahalılığa karşı protestolarının binlerce işçinin katıldığı genel grevlere yol açması yine Macron’un çok iyi bildiği bir örnek olsa gerek.
Ama dünyayı değiştiren “ekmek kavgası” Rusya’da patlak verdi şüphesiz. I. Dünya Savaşı’nın getirdiği kriz, yoksul Rusya halkını daha da yoksullaştırmış, açlıkla sınamaya başlamıştı. Ekmek, gazyağı gibi günlük ihtiyaçlara ulaşmak bile büyük bir sorun haline gelmişti. Birbiri ardı sıra grevlerin ve ekmek isyanlarının yaşandığı başkentte Bolşeviklerin kadınları Uluslararası Emekçi Kadın Günü’nde talepleri için sokağa çağırmasıyla on binlerce kadın 8 Mart 1917’de (eski takvime göre 23 Şubat’ta) Petrograd meydanını doldurdu. Talepleri yine aynıydı: “Kahrolsun açlık! Ekmek istiyoruz!” Her geçen gün daha da fazla işçi iş bıraktı, talepler daha da politikleşmeye başladı; Kahrolsun Çar! Savaşa Hayır! Kadınların çaktığı bu kıvılcım, inanılmaz bir yeraltı örgütlenmesi ile iktidarı devirmeyi planlayan devrimcilerin önderliğinde emekçiler arasında bir yangına dönüştü ve çar tahttan indirilip geçici hükümet kuruldu. Bu geçici hükümet de çare olmayınca, 1917’de Ekim’inde Bolşevik Parti önderliğinde Sosyalist Sovyetler Birliği kuruldu.
Emek emek dokunan sosyalist sistemin ilk maddeleri kadınlar için yazıldı. Diğer sözde gelişmiş ülkelerin kadınlarından çok daha önce, Sovyetlerde eşit işe eşit ücret, oy hakkı, hamile kadın işçilere daha güvenli çalışma ortamları ve çocuklarını güvenle bırakabilecekleri kreşler, yuvalar sunuluyordu. İşçilerin dinlenebilecekleri, tatil merkezleri, kaplıcalar, sanatoryumlar sağlanıyordu. Sağlık ve eğitim sistemi ücretsizleştirildi. Evlilik ve boşanma dini kurumların elinden alındı.
Ekmek yakın tarihimizde de diktatörleri deviren başlıca talep olmaya devam etti. 2017’deki 8 Mart eylemlerine dünya kadınlarının kadın cinayetlerine son verilmesi, barış, eşit ücret taleplerinin yanında Mısırlı kadınlar ‘ekmek’ diyerek sokaklara çıktı. Ekonomik kriz bahane edilerek, ekmek yardımları ve devlet desteği çekilince, kadınlar ‘Yemek istiyoruz, Ekmek istiyoruz!’ diyerek eyleme geçtiler. Mısırlı kadınlar en büyük taleplerini tarih boyunca ‘ekmek’le ifade ettiler. Öyle ki, 2011’de Hüsnü Mübarek’in devrilmesine yol açan Arap Baharı ayaklanmalarında atılan slogan “Ekmek, Özgürlük, Adalet” idi.
YÜZÜMÜZÜN YİNE GÜLMESİ İÇİN REÇETE: MÜCADELE
Türkiye’deki kadınların büyük bir kısmı belki de bu 8 Mart’ı tanzim satış noktalarında geçirecek. Pazarda, markette el yakan fiyatlar… Hayatın bu derece pahalı olması, herkesi etkiliyor ama yemeği pişirme görevi genelde kadında olunca, kadın daha çaresizleşiyor.İşte, 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü’nde Rusya sokaklarında gösteriler yapan emekçi kadınların kıvılcımıyla yaşanan sosyalizm deneyimi bu çaresizlikten çıkış yolunu da gösteriyor. Ondan öncesinde ve sonrasında da, kadın emekçilerin iş yerlerinde, sendikalarda, yerellerinde verdikleri mücadeleyle kendi haklarını, özlemlerini ortaya koyabilmelerinin diğer adı ise örgütlülük. İster iş yerinde, ister bir sektörde, isterse bir ülkede kadın haklarında yapılan iyileştirmeleri incelenirse, oralardaki işçilerin örgütlülük düzeylerinin çok daha iyi olduğu görülecektir.
Nasıl ki kapitalizmin çıkış koşullarından beri süregiden mülksüzleştirme, işçileşme, yoksullaşma, eşitsizlik ve ataerkil tahakkümün tüm biçimleri bugün artarak devam ediyorsa, kapitalizmin bu olgularına karşı tek tek mücadeleler birleşmek ve sisteme yönelmek zorundadır. Bu aynı zamanda, emperyalist kapitalist sisteme, onun yarattığı, sürdürdüğü ve yeniden ürettiği her türlü ezme biçimine karşı politik mücadele etmeyi gerektiriyor. Nitekim, geçtiğimiz yüzyılda Ekim Devrimini doğuran koşullar daha da katmerleşerek yeryüzünün tüm kıtalarında “Ekmek!” diyerek sömürenlere ve ezenlere karşı öfkesini biriktiren kadınların isyanını mayalıyor. Emperyalist kapitalizm her 8 Mart’ta bu öfkeden biraz daha nasibini alıyor.
* Teori ve Eylem Dergisinin Mart sayısında yayımlanan yazıdan kısaltılarak alınmıştır. Yazının tamamı için TIKLAYIN.
İlgili haberler
Özgürlük ekmeği
Tarihe damgasını vuran ayaklanmaların sebepleri neler olmamış ki! Ekmek mesela... Uğruna saraylar de...
Sosyalizmi kurmak Adem’den değil, Havva’dan başlad...
Devrimden önce çalışan kadınlar sadece evlerde hizmetçi ya da çiftliklerde işçiyken, sağlanan eğitim...
Ekim’in aynasında kadınlar
Ekim Devrimi’nin 100. yılından aynamıza neler yansıyor? Devrim kadınların yaşamına neler kattı? Üret...
- EN SON
- ÇOK OKUNAN
- ÖNERİLEN
Editörden
Bültenimize abone olun!
E-posta listesine kayıt oldunuz.