GÜNÜN ÖYKÜSÜ: Ev alma komşu al
Ulviye’den kocası Salih ile ilgili akıl alır Zehra. Ulviye bir sürü büyü söyler Zehra’ya kocasını kendisine bağlaması için. Ama saf, köylü kızı Zehra bilmez asıl gerçeği. Gerçek ne mi peki?

Zehra çöktüğü koltukta boş gözlerle pencereden dışarı bakıyor. Bahçeyi falan gördüğü yok. İçi içini yiyor. (Arka cepheyi sevdim diye tutturan sendin köylü kızı. İki üç serseri ağaç, birkaç çalı çırpı için. Al sana yeşillik…) Daha fazla duramıyor, fırlıyor evden, paldır küldür iniyor merdivenleri, Ulviye’nin ziline basıyor.
***
Kapının zili çaldığında saat sabahın sekiziydi.
Ulviye Hanım saten geceliğinin ağzı gözü dağılmış yakasını kavuşturmaya çalışarak kapı aralığından baktı. Bir eli hâlâ zilde duran Zehra ile burun buruna gelince irkildi,
“Hayırdır kııız bu saatte?” dedi zinciri açmadan.
Yanakları kızarıverdi Zehra’nın. Bilmeden, Komşusunun “prensiplerim” dediği kırmızı çizgilerinden birine bastığını o dakika anladı. Hem utandı hem de korktu biraz. Ulviye’nin tersinin kötü olduğunu bilirdi. Kadın, her işini gece yapar, sabaha doğru yatar, geç kalkardı. Bunu, kendine göre değiştirdiği bir atasözüyle; “Sabahın hayrından akşamın şerri iyidir” diye sık sık dile getirdiğini hatırladı Zehra.
Suçlu suçlu, “Kusura bakma ablam, rahatsız ettim,” diye fısıldarken, gözü kapının incecik aralığından içeriye kaydı.
O bakınca huylandı Ulviye. Arkasını dönüp o da baktı eve. Geri döndü, saklayamadığı bir kızgınlıkla;
“Hayırdır dedim!”
“Hamza abi gitmedi mi yoksa?”
Bir eliyle yakasını tutmaya devam eden Ulviye, “la havle” deyip, derin bir nefes aldı, zinciri açtı.
“Hamza çıkalı çok oldu. Uyuyordum.”
“Hamza” kelimesini başından bir şey defetmek ister gibi, kaşlarını kaldırarak söylemişti.
Zehra tam içeri dalacakken, Ulviye’nin bir diğer prensibini hatırladı. Ayağındaki terliği çıkartıp eline aldı, içeri girince de ayakkabılığın dibine doğru itti. Bir an salona geçecek gibi oldu ama hemen vazgeçti. Cesareti kırılmış gibiydi. Yalınayak mutfağa yöneldi. Ulviye ensesindeydi.
“Kusura kalma ablam, önemli olmasa gelmezdim.”
“Neyse, de bakalım diyeceğini.”
“Abla sen bana bir şey anlattıydın ya Salih için.”
Ulviye’nin “Ben ne anlatmıştım ki Salih için?” diyen sesinde az önceki tersleyen, kendine güvenli tını sönüvermişti. (Köylü kızı farkına bile varmadı.)
“Bağlamak için, hani… ‘Bunu dene, bir hafta bekle, olmazsa gel başka bir şey buluruz,’ dediydin.”
Ulviye “Haa!” dedi. Rahatlamıştı ama gevşediğini belli etmemek için kaşlarını çattı.
“Allah canını almasın! İşe yaramadı mı yoksa?”
Sesinde gizlemeye çalıştığı mutlu bir titreşim vardı. (Kızcağız kendi derdinde olduğu için bunu da fark etmedi.)

Zehra, köylüsü Salih’le iki yıl önce evlenmiş, köyden şehre gelin gelmişti. Birlikte oturdukları kocasının ailesiyle yapamayınca bir ay önce bu apartmana taşınmışlardı. Utangaç bir kızdı. Ulviye’ye anlattığına göre o evde, kaynana, kayınbaba, iki kayınbiraderle bir aradayken karı koca hayatı yaşamak edepsizlik gibi gelmişti Zehra’ya… Sonunda, yalvarmış yakarmış, kocasını baba evinden ayrılmaya ikna etmişti.
Ulviye mahalledeki kadınların akıl danesiydi. Gerçek yaşını kimseye söylemezdi ama kırklı yaşlarda gösteriyordu. Çocuğu olmuyordu. Zamanında yedi kapıya yedi tokmak vurup bulduğu büyüler işe yaramamış, doktorlar, Hamza’da da kendisinde de bir kusur bulamamıştı. Ama her “Hamza” deyişinde sesinde beliren küçümser tınıdan, bütün kabahati kocasına yıkmış, kendini ise mağdur mertebesine koymuş olduğu kolayca anlaşılırdı. (Ulviye’nin bücür boyunu, koca memelerini ve yüzündeki “kadersiz” kadın ifadesini de yeri gelmişken ben ekleyeyim.) Hamza, kanlı canı bir insan olmaktan ziyade bir ruh olması hasebiyle, işyerindeki müşterileri ve televizyonu dışında kimseyle iletişim kurmazdı. Sabah erkenden kalkar, kahvaltısını yapar, dört kilometre ötedeki kuru temizleme dükkânına yürüyerek giderdi. Akşam döndüğünde, Ulviye lütfedip bir şey pişirmişse ne âlâ, değilse nedenini sormaz bulduğunu yer, televizyonla iletişimi de bitince odasına gider yatardı.
İki ay önce Zehra ile Salih apartmana taşınırken onlara yardımcı olmuş, çevre hakkında bilgi vermiş, “ablalık” yapmıştı Ulviye. Gelin geldiği evde yalnız bırakılmış, itilip kakılmış, köyündeki sıcak ilişkilere hasret kalmış Zehra da ona adeta bir can simidi gibi sarılmıştı.

Kızcağız, geçen hafta yaşlı gözlerle ona içini açıp;
“Başbaşa kalınca normal karı koca oluruz sanmıştım, olmadı. Salih, geceleri bana sırtını dönüp yatıyor, sabahın köründe de tıpkı Hamza abi gibi evden çıkıp gidiyor. Herkesten önce dükkâna girip dikiş makinelerini kontrol etmezse o gün işler ters gidiyormuş. Ama ben işkilleniyorum. Atölyede bir sürü karının kızın arasında çalışıyor. (Seni kaç kere düş arkasına takip et diye dürtmedim mi köylü kızı?) Şurada ne güzel ayrı eve çıkmışız, baş başa bir kahvaltı bile yapamadıktan sonra ben ne diye bu kadar mücadele ettim” dediğinde, el yazısı büyü defterindeki “Kocayı Kendine Bağlama Büyüsü” nü de o anlatmıştı. Anlattıktan sonra, dudaklarını buruşturup gözlerini süzerek, “Şimdi sen, kelin ilacı olsa kendi başına sürermiş diyeceksin, ben sürdüm olmadı, demek yüce Rabbim böyle uygun görmüş, bir de sen dene bakalım” demişti. Gerçekten de, hem doktorların hem defterin dediklerini uyguladığı halde bir çocuğu olmayınca, defterden de Hamza’dan da ümidi kesmişti.
Zehra’nın, durup durup “Salih bana âşık olmasa, evlenmek için, şehirli bir kızı değil beni seçer miydi” demesi, içini kıskançlıkla kabartırdı Ulviye’nin. “Kadın gibi kadın”ın Hamza’yla; şu cahil köylü kızın da küheylan gibi bir delikanlıyla evli olması hayatın ona yaptığı büyük bir haksızlıktan başka bir şey değildi. Zehra böyle övünmeye kalktığında, gözlerini kırpıştırmaya başlar, sutyeninin askılarını çekiştirip koca memelerini, iki bileğiyle yukarı kaldırır ve kısa boynunu iyice sağa yatırarak; “Kocasına fazla güvenen kendini aldatır, güvenmeyen de kocasını aldatır” deyiverirdi. Amacı; köylü kızının mutluluğunu kursağında bırakmaktı.
Zehra, mutfakta altına çektiği sandalyeye eğreti oturdu. Tabandaki beyaz taşarla tezat teşkil eden çıplak ayakları çirkin göründü gözüne. İçe kıvırdı ayak parmaklarını. Ona arkasını dönmüş Ulviye’nin dolgun bedenine, beyaz tenine, kırmızı saten geceliğine, yüksek topuklu tüylü terliklerine baktı. Kendi kara kuru bedenini, pazen geceliğini, bez terliklerini düşündü. Daha çok şey vardı bu akıllı kadından öğreneceği… Ev sahibesinin, doldurduğu bir bardak suyu ağır ağır içişini sabırsızlıkla ama çıtını çıkarmadan izledi.
Su içme seremonisi biter bitmez; “Büyü bir işe yaramadı, hâlâ sırtını dönüp yatıyor,” diye yakınmaya başladı Zehra. “Düşünsene abla, Hâlâ siftah yapmadık. Zayıfladı da… Bir görsen, yüzü kaşık kadar kaldı. Garip huylar edindi. Her gün evden çıkmadan önce de banyo yapmaya başladı. Bu sabah baktım bir koku almış fıs fıs her yerine sıkıyor, şaşırdığımı fark edince de kızdı ‘İnsan içinde çalışıyorum ter koksam daha mı iyi?’ dedi. Ablam bu Salih’in, mutlak var bir takıldığı karı. İçim içimi yiyor. Yukarıda duramadım koştum sana geldim.”
Büyü tersine mi işlemişti ne? Ulviye Hanım’ın yüreğinden doğan serin, şırıl şırıl bir dere damarlarında çağlamaya başladı. O an sevinçten kahkahalar atmak istedi ama kendini tuttu. Kaygılı yüz ifadesine geri döndü.
“Dediklerimi aynen yapmış mıydın?”
“Yapmaz mıyım. Kokusunu almasın diye mumu her gün balkonda yaktım, eriyip bitince de kazıyıp, banyonun sobasında yaktım.”
“Yakarken Esma okudun mu?”
“Hem de her seferinde… Okumadan önce gusül abdesti aldım. Abdest alacak bir iş yaptığımız yok ya, yine de…”
“Belki bir hata yapmışsındır. Hoş ben demiştim, ne yaparsan yap, sonunda Cenab-ı Allah’ın tasarrufunda. Demek ki daha kuvvetli bir şey bulmamız lazım. Sen şimdi eve git. Ben sonra bir ara defterimi alıp uğrarım.”
Zehra’yı, daha kuvvetli bir büyüye sahip olmanın heyecanı sarmıştı. Bir an önce onu okuyup uygulamak, kocasını bağlayıvermek istiyordu.
“Ablam, bu sefer inşallah Allah acır da…” dedi umutla “Sen defteri versen de gelene kadar ben ezberlesem.”
Ulviye, elden ele gezerse uğuru bozulur diye olmazlandıysa da kızı bir an önce başından defetmek için defteri getirdi salondan. İçinden bir sayfa açıp gösterdi. (Sayfa kullanılmaktan aşınmış, Ulviye’nin defalarca kullandığı, kendi işine yaramayınca da pazarladığı en popüler büyü bu.)
“Bak defteri ilk sana veriyorum (Yalan! Herkese aynı yalan...) sakın kimseye söyleyeyim, göstereyim deme. Bu büyüyü yapanların hepsi memnun kaldı, iyice oku, ben sonra gelir anlamadığın yer olursa sana anlatırım, kahvemi de isterim ha ona göre” deyip kızcağızın sırtını okşadı, ardından Hamza’nın, kahvaltı masasına döktüğü ekmek kırıntılarını temizlemeye koyuldu. Zehra elinde sıkı sıkı tuttuğu defterle sandalyeden fırladı, koridorda, terliklerinden birini el yordamıyla buldu ayağına geçirdi, diğerini bulamadı (Eğil de bak oraya şaşkın kız!) Sabırsızlandı, ayakkabılığın altına eğildi ve buldu ama dokunamadı bile. Yüreği yerinden fırlayacakmış gibi çarpmaya başladı. Göğsünü tutarak kendini dışarı attı.

O gittikten sonra mutfaktan çıktı Ulviye. Kızın açık bıraktığı dış kapıyı keyifli keyifli gülümseyerek kapattı. Yatak odasına geri döndü. Genç âşığını karyolanın üzerinde tedirgin buldu. Zehra’nın yanındayken güçlükle tuttuğu kahkahasını koyuverirken Salih’in eğik başını geceliğinin açık yakasından görünen fosur fosur göğsüne bastırdı. Kadının bedeninden gelen kokuyu içine çeken Salih, bütün vicdan azaplarını ve Zehra’yı unuttu.
“Sabah keyfimizin içine etti. Neyse hadi kalk bir lokma bir şey ye. Bak karın zayıfladın diye üzülüyor. Bu sefer ona sarımsak büyüsünü verdim, evdeki tütsü, sarımsak kokusunu anlamamış gibi yaparsın artık” derken bir kahkaha daha attı Ulviye.
Üst katta Zehra, elinde Ulviye’nin defteri, koridorda yere çökmüş, tir tir titriyordu.
(Köylü kızı! Seni defalarca ikaz etmeye çalıştım ama anlamadın. Eğil bak demesem hâlâ anlamayacaktın. Daha fazlasını bekleme benden. Şimdi, titremeyi bırakıp soğukkanlılıkla ne yapacağına karar vermelisin. Beni merak mı ettin? Boş ver,peri, cin, akıl, mantık, sen ne dersen oyum işte.)

(Ha! Arzu edenler için;
SARIMSAK BÜYÜSÜ
Eskiler tarafından, en etkili aşk büyüsü olduğu iddia edilen aşk büyüsü, sarımsak büyüsü olarak tanınır. Sarımsak büyüsünü yapmak için en ideal saat sabah güneşin doğmasına on, on beş dakika kala olan saattir. İşleme başlamadan önce keskin kokulu bir tütsü yakmakta fayda vardır. Büyüye başlarken önce taze bir diş sarımsak alınarak uç kısmı bir bıçak ile …)

AYLA ŞENEL KİMDİR?
Kayseri doğumludur. Çeşitli mecralarda yayınlanmış öykü, söyleşi, kitap inceleme ve denemeleri; Yüksekten ve Paraşütsüz (Notabene-2017) isimli bir öykü kitabı vardır.

İlgili haberler
GÜNÜN ÖYKÜSÜ: Van Gogh sarısı

Zeytin ağacının dibinde açıverdi ışıl ışıl gözlerini Sevda. ”Toprağın kızı” dedi Ayşe kadın, “Bu top...

GÜNÜN ÖYKÜSÜ: Suç

“Seni yeterince aşağıladığına inandığında öldürecek,” diye mırıldanan gölgemin sesi duyuluyor. Dehşe...

GÜNÜN ÖYKÜSÜ: Fal bozumu

Bir de evlilik çıkmazlarındaydı. Kocası durduk yere sinirleniyor. Üzerine yürüyor. Ne giyse, biraz s...