Bakmasınlar istemiyorum, yüzüme bakmasınlar. Acıyarak ya da iğrenerek…
Aslında bu bakışlara çocukluğumdan beri aşinayım. Annem hastalığımı sevimli göstermek için ‘yüzünde çiçekler açan kızım’ diye severdi. Zaten bu dünyada kimse onun kadar içten sevmedi beni. Yüzümde kocaman bir et parçası taşıdığımı gören akrabalarım birer birer uzaklaşmış bizden. Olur da yüzümdeki laneti onlara ya da çocuklarına bulaştırırım, diye muhtemelen. Annem kırık bir gülümsemeyle söz ederdi onlardan. Gözlerimin buğulandığını fark edince “Aman boş ver, biz bize yeteriz Leyloş,” derdi.
İkinci derece akrabalar neyse de önce babaannem ardından halam elini ayağını çekince, kendinden bir prenses doğacağını bekleyen babam da çirkin yüzüm karşısında çaresizliğini ilan edip gitmiş. Annem de en çok babamın gidişine içerlemiş. Babamdan söz açıldığında öyle bir iç geçirirdi ki cümle kurmasına gerek kalmazdı. İçindeki fırtına yüzünde kasırgaya dönüşür, odada soğuk rüzgârlar estirirdi.
Bizi terk edenlere inat çok sevdi annem beni, pamuklara sardı. Yüzümü görmeye tahammül edemeyenlerin aksine onun deyişiyle, günü gelince kuğuya dönüşecek çirkin ördek yavrusuydum. O benim kahramanımdı, benden ve düşlerimden hiç vazgeçmeyen bir kahraman!
Aşındırmadığı hastane, umut ışığı aramadığı doktor kalmadı. “Kız çocuğuydum ne de olsa aynaya bakmaktan korkmamalıydım.” Öyle derdi, her hayal kırıklığımda.
Hayat niye bana hep yokuş diye sorardım kederle. “Yokuşu olmayanın inişi de olmaz, güzel kızım,” diye yanıtlardı usanmadan. Yüzümde sadece, iyi ki zihnimde değil diyordum anneme. Kırık gülümsemesiyle karşılık veriyordu bana, yüzünde uslanmaz bir kederle.
Elinde mavi kapaklı bir defterle eve döndüğü gün, içimde farklı bir uyanışın olduğunu sezmiştim. “Bak sana ne aldım,” diyerek neşeyle girmişti eve.
“Günlük tutmanı istiyorum. Hislerini buraya yaz ki yanında olamadığım saatlerine de eşlik edebileyim.”
Kulağa ne hoş geliyordu. Kendi kişisel tarihimi oluşturabilecektim. Babama da yazardım belki. Onunla bugüne kadar konuşamadıklarımı bu defter aracılığıyla aktarırdım, o da günün birinde okurdu, belli mi olur?
Annemi sımsıkı kucakladım. Bana sunduğu güzellikler için ona minnettardım. Çocukluk insanın tekrar tekrar döndüğü yerdi ve ben bu yerde dört harften oluşan bir boşlukla büyümüştüm. Her günümü ona yazacaktım artık. Ben onun bir parçasıydım ve varlığımı bilsin istiyordum.
Mavi kaplı defterimle başlayan yolculuk, başka defterlerle devam etti. Yazdıkça hayali bir baba yarattım kendime. Onunla konuştum; güldüm, ağladım. Özlemimi dile getirerek günleri günlere ekledim.
Yazdıklarımı okuyan annem bir gün, “Belki o da seninle görüşmek istiyor ama cesaret edemiyordur; ilk adımı sen at, benim gücüm yok” dedi.
Annemin söylediklerini uzun uzun düşündüm. Belki de haklıydı. Kaybedecek neyim vardı? Sonuç ne olursa olsun, onu bulup şansımı denemeliydim. Kararımı verdikten sonra günlerce, aylarca onu aradım. Yer yarılmış, içine girmişti sanki. Uzun, tedirgin arayışlarım sonuç vermeyince yeniden içime kapandım.
Günlerce evden çıkmadım, odama güneş ışığı vurmasın diye perdeleri aralamadım. Yazı masamın başına oturup saatlerce belki de hiç dönmeyecek bir babaya usanmadan yazdım.
Annemin odamın kapısına her gelişinde yüzüne yerleştirdiği yapay gülümsemenin ardındaki hüznü görmemeye çalışarak sayfalar dolusu yazdım. Sözcükler çağlayandan dökülürcesine akıyor, beni masama mıhlıyordu. Kalkıp diğer odalara gidersem kelimeler de benimle havalanacak, uçup gidecek gibi geliyordu. Sonraki günlerde kâğıtlar yetmemeye başladı. Peçetelere hatta odamın duvarlarına yazmaya başladım.
Annem korku dolu gözlerle geliyordu artık yanıma. “Odandan çıkmanın vakti gelmedi mi Leyloş, ürkütme beni. ”deyişindeki kederli ton kendime gelmemi sağladı. Ne olursa olsun yılmamalı, babamı aramaya devam etmeliydim.
Her gün, sabah erkenden yola çıkıyordum. Yoruluncaya kadar gezmediğim cadde, ara sokak kalmıyordu. Gürültülü kalabalığı izliyordum gün boyunca. Gülenlere bakıyor, seslere dikkat kesiliyordum. Ona dair tanıdık bir yüz, iz bulma çabasındaydım. Bir elimde siyah beyaz fotoğrafı, sağa sola bakınarak atıyordum adımlarımı.
Günler geçtikçe ümidim soluyordu. Yine de vazgeçmiyordum. Yorgunluğum uykusuzlukla birleşince halüsinasyonlar görmeye başlamıştım. Köşeden çıkan bir adam ona dönüşüyordu. Durakta karşılaştığım başka birinin yüzünde onu görüyordum. Bir gün sokak ortasında yığılıp kalmışım. En yakın acile götürüldüğümde tanımış babam beni. Hemşire, Leyla Ataseven’in yakını var mı? diye seslendiğinde yanıma gelmiş.
“Yüzün hiç değişmemiş.”
“Seninki çok farklı ama…”
Gördüğüm yüz, çocukluğumdan kalma baba imgesinden çok farklıydı. Karşımda kırlaşmış saçlarıyla, mahcup bir münzevi duruyordu.
Bana ne acıyarak ne de iğrenerek bakıyordu artık. Yüzünde sevinçli bir ifade vardı. Annemin dediği gibi yüzümde çiçekler açıyor, o an. Bu şartlarda karşılaşacağımız, aklımın ucundan geçmezdi. Kim bilebilirdi ki ikinci şansımızın böyle başlayacağını!
Fotoğraf: Freepik
İlgili haberler
GÜNÜN ÖYKÜSÜ: Yalancı dut
“Bekâr olduğunu sanıyordum, çocuğun varmış” dedi. “Evli değilim” dedim, kadın kadına olmanın huzuruy...
GÜNÜN ÖYKÜSÜ: İçi acıdı
Çiçeğin yaşamak için verdiği savaşa saygısızlık etmekten korkup, hemen caydı. Bu onun mücadelesiydi,...
GÜNÜN ÖYKÜSÜ: Basma donlu mavi fil
Kapıya dayanmış kamyon, bir yolcu eksik gitti gideceği yere. Basma donlu mavi fil evi terk etmedi...
- EN SON
- ÇOK OKUNAN
- ÖNERİLEN
Editörden
Bültenimize abone olun!
E-posta listesine kayıt oldunuz.