Kadınlar, laiklik ve gerçek özgürlük
Kadınların başörtüsü, kılık kıyafeti yıllarca sadece Türkiye’de değil dünyanın farklı bölgelerinde kadınlar için değil hükümetlerin ideolojilerinin dayatılması aracı oldu. Peki gerçek laiklik nedir?

Anayasada bir değişiklik yapılmak isteniyor. Değişikliğin bir kısmı başörtüsü üzerinden inanç özgürlüğünü kısıtlayarak yeniden tarif ediyor; diğer kısmı ise ailenin nasıl olması gerektiğini dikte ediyor. Kısacası bu değişiklik bütün bir toplumu ama en çok da kadınları ilgilendiren bir değişiklik. Peki nasıl inanacağımızı, nasıl aile kuracağımızı bir kalıba sokan bu anayasa değişikliği tartışılırken toplumun geniş kadın kesimlerinin fikri, tutumu nedir? Bu sorunun cevabı çetrefil. Çünkü geniş kadın kesimlerinin ya hiç ana gündemi olmamış ya da gündemine girdiyse de pek çok başka sorunun tazyikiyle gündeminden hızla çıkmış görünüyor. Daha çok örgütlü kadın kesimleri, yani kadın dernekleri, vakıfları, siyasi parti üyeleri engellemek üzere gündemde tutmaya çalıştı, çalışıyor. Kimisi meclis partilerine “Tartışmayın bile, geri gönderin” diyor, kimisi de Ekmek ve Gül’ün yaptığı gibi bununla birlikte anayasa tartışmasını başörtülü başörtüsüz demeden en geniş kadın kesimlerine, emekçi kadınlara yaymaya çalışıyor.

Tartışma üç soruya tekabül eden üç zeminde genişleyebiliyor. Birincisi; neden şimdi? İkincisi, ortada yokluk yoksulluk ve bunca anti-demokratik uygulama varken ve başörtüsü serbestisi büyük oranda sağlanmışken bu değişiklik kimin talebi? Üçüncüsü ise velev ki hâlâ sorunlar olmuş olsun; çeşitli yönetmeliklerle giderilebilecek sorun kalıntıları için neden anayasa düzeyinde bir değişiklik isteniyor?

SİYASAL İSLAM PROJELERİ, KADINLARIN PRANGASI

Bu adım başörtülü kadınlardan ve sağ muhafazakâr kesimlerden oy kapma hamlesi mi, yoksa zaten uzun zamandır süren bir projenin son adımı mı? Kısa vadeli çıkarlar mı devrede? Yoksa şeriat mı getirilmek isteniyor?

Gerçekten neler olup bittiğini anlamak için biraz daha geniş bir ölçekten bakmakta fayda var.

Türkiye, 1950’li yıllardan beri İslami referanslara dayanan siyasi partilerin kurulduğu, seçimlere katıldığı ve siyaset yaptığı bir ülke. Ortadoğu’daki pek çok ülke gibi. Bu ülkeler, sosyalist Sovyetler Birliği ile ABD’nin hegemonya kurduğu bölgeler arasında jeopolitik bir kuşak oluşturuyorlardı. ABD’nin Sovyetler Birliği’ni köktendincilik-radikal İslam üzerinden kuşatmaya dayalı ‘Yeşil Kuşak Projesi’ kapsamında sadece Türkiye’de değil, İran’dan Afganistan’a kadar Sovyetlere komşu ülkelerde ABD’nin finansal desteğiyle “komünizm tehdidine karşı” İslamcı örgütlenmeler yaygınlaştırılmıştı. Bu stratejiye bağlı olarak siyasal İslamcıların desteklenmesi, bunların kendilerine meşruiyet alanı yaratıp güçlenmelerinin önünü açmıştı. Radikal İslam ve köktenciliğin yaygınlaştığı bölgelerde, Afganistan’da el Kaide’nin kurulması, İhvan (Müslüman Kardeşler) örgütünün farklı kesimler tarafından desteklenmesi bu politikanın ortaya çıkardığı sonuçlardı.

Sovyetlerin yıkılmasından sonra radikal İslamcı grupların, halkların batılı emperyalistlere ve onların neoliberal düzenine karşı tepkisini yedeklemeye yönelmeleri, ABD’nin yeni bir stratejiyi gündeme getirmesini gerektirdi. ABD; Çin ve Rusya ile giderek keskinleşen emperyalist bir rekabetin içindeydi. Ortadoğu’da ABD’ye pazar alanı açarken halka ait varlıkları piyasacılaştıracak partilerin iktidara gelmesine ihtiyaç duyuyordu. Radikal İslamcılara alternatif “ılımlı İslam” modelini ortaya attı. Biri doğrudan zor yoluyla diğeri dolambaçlı yollardan, kadınların eğitim, sağlık, medeni ve siyasi tüm haklarının giderek ortadan kaldırılması her iki modelin ortak noktasıydı.

ZAMANLAMA: 20 YIL KADAR ESKİ, ERKEN SEÇİM KADAR ANİ

İşte bu modelin Türkiye’deki temsilcisi AKP oldu. Yani emperyalist kapitalist sistemle uyumlu ve neoliberal programını uygulayabilecek bir parti olarak AKP iktidar oldu.

Aradan on yıllar geçti ve görülüyor ki başta Türkiye olmak üzere, bölgeyi “ılımlı İslam” üzerinden tasarlama stratejisi, batılı emperyalistlerin beklediği gibi sonuçlar doğurmadı. Her şeyden önce “ılımlı” ile radikal İslamcılar arasındaki farkların döneme ve koşullara göre belirsizleştiği açık bir biçimde görüldü. Örneğin; eskinin radikal İslamcısı ve hatta İslami teröristi ilan edilen Taliban, bugün ABD’nin ve pek çok Batılı ülkenin müzakere yürüttüğü meşru bir siyasi iktidar olarak görülüyor emperyalistler tarafından. Aynı süreçte AKP’nin de giderek sertleştiğini, baskıcılaştığını ve hatta faşizan uygulamaları yoğunlaştırdığını hepimiz yaşadık. Kısacası, zamanında radikal/terörist denilene “ılımlı” makyajının yapıldığı, geçmişte “ılımlı” gösterilenin diktatörleştiği bir süreç yaşadık, yaşıyoruz.

Hatırlanacaktır, çeşitli açılım paketleriyle “ılımlı ve liberal İslam” temsilcisi olarak kendini inşa etmeye çalışan AKP; Türkiye’nin ekonomisinin çöküşte olduğu dönemde büyük, orta ve küçük burjuvazi arasındaki bölüşüm ilişkilerini yönetme iddiası taşıyordu. Ancak bu kaçınılmaz olarak daha çok sömürüyü koşulluyordu. Bu ne demekti? Ucuz iş gücünün çoğaltılması ve alınan ücretin minimumda tutulması. AKP böylesi bir dengeyi sağlamak için din faktörünü yoksul ve emekçi halkı kontrol etmek, baskı altında tutmak için kullandı. AKP 20 yılda adım adım “dinci” ve “gerici” politikaları ördü, halkı bu politikaya yedeklemeyi ve baskı altına almayı başardı. AKP iktidarı boyunca seçimlerle, referandumlarla halk nezdinde sürekli bir seferberlik duygusu yarattı ve halk için bu süreçleri milli ve dini bir görev olarak tanıttı. Bu seçim sürecinde de anayasa değişikliğini gündeme getirmesi farklı şeyler değil.

Tam seçim tartışmaları hararetlenmişken CHP’nin başörtüsü hamlesi “biz değiştik” vurgusunu yaparak dindar kesimi de kendi safına çekmek için atılmış bir adımdı. Sonuç olarak hem AKP hem de CHP için başörtüsü, seçim yaklaşırken karşılıklı hamlelerin bir nesnesi haline getirilmiş durumda. Ancak 20 yıldır iktidarda olan AKP için İslam referanslı faşizan bir yönetim anlayışından bağımsız, basit bir seçim malzemesiyle sınırlı olduğu da söylenemez.

Fotoğraf: Sharkat

İRAN’IN SOR DEDİĞİ: SADECE BAŞÖRTÜSÜ MÜ MESELE?

İran deneyimi, egemen sınıfların farklı dönemlerde başörtüsünü gerek yasakla gerek dayatmayla nasıl istismar ettiğine dair çok şey öğretiyor. İran’da Birinci Pehlevi döneminde, 1936-1941 yılları arasında toplumun her alanında başörtü yasaklanmış, bu yasak büyük infial yaratmıştı. Kadınların sokakta saldırıya uğrayarak kolluk güçleri tarafından zorla başörtülerinin çıkarılması dindar kesimin yanı sıra demokratik talepleri olanların da Pehlevi’ye karşı tutum almasını sağlamış, hoşnutsuzluğu arttırmıştı. Dindar kesim ve halk güçlerinin kontrole alınması için İkinci Pehlevi (1941-1979) döneminde kadınların başörtü takması tercihe bağlı serbest bırakılsa da kamu alanlarında çalışan kadınların başörtü takması yasaktı. 1979 İran İslam devrimi ise tam bu çelişkilerin içinde gerçekleşti. Bu sefer “çağdaş köktendinci” ideolojiyi kendi ideolojisi olarak ülkede yapılandıran ve tüm bölgeye yaymayı hayal eden molla rejimi yine ilk hamle olarak kadınları bütün alanlarda zorunlu başörtü takmaya Anayasa nezdinde mecbur bıraktı. Kısacası İran’da bir dönem başörtüsü takmak yasaktı, bir dönem takmamak. Buna hiçbir zaman kadınlar karar vermedi; başörtüsü egemenlerin kendi arasındaki çekişmelerin siyasal bir simgesi, halka dayatılan rejimin bir sopası işlevini gördü.

PEKİ, BAŞÖRTÜSÜ DEĞİŞİKLİĞİ KİMİN TALEBİ?

Tüm bunları konuşurken es geçmemek gereken bir başka tarih var ki o da bir dönem Türkiye’de başörtülü kadınların özellikle eğitim haklarından yoksun bırakılmalarıdır. Gerek tepeden inme, yarım yamalak bir laiklik ilkesi adı altında getirilen kıyafet kodlarıyla, gerekse emperyalistlerin Türkiye’ye biçtiği rollerin hayata geçirilmesi için yapılmış darbelerin zoruyla. Tam da bu baskıcı siyasal anlayışların eseri olarak başörtüsü Siyasal İslam tarafından çıkarları temsil olunan bir kapitalist kesimin oyuncağı haline getirilmiştir. Ancak bu durum başörtüsü serbestisini talep eden kadınların var olduğu gerçeğini ortadan kaldırmaz. Ne var ki, bu sorun 2013’te, AKP iktidara geldikten 11 yıl sonra, yapılan yasal düzenlemelerle büyük ölçüde giderilmiştir. Diğer bir deyişle, bugün gündeme getirilen “anayasada başörtüsü hakkında değişiklik” bu konuda mağduriyet yaşayan kadınlarca gündeme getirilmemiştir. Başörtüsü tarihte bir kez daha istismar edilerek, yarım yamalak da olsa şeklen laik olan bir anayasaya din referansı sokuşturmak için kullanılmak isteniyor. AKP iktidarı ve birlikte iş tuttuğu tarikat ve cemaatlerin bekası bunu talep ediyor.

Bu da bizi üçüncü sorumuza getiriyor: Büyük oranda fiili çözüme ulaşmış bir sorun için neden anayasa düzeyinde bir değişiklik isteniyor?

AKP VE YENİ TÜRKİYE HAYALİ

Bu, yeni bir toplum inşasının siyasal-hukuksal çerçeveye oturtulması, yeni bir sürece geçişin göstergesi.

Anayasa değişikliği tartışması sadece kadınların başörtüsünü sözde “garanti” altına alan bir yerde durmuyor. İçeriğe baktığımızda en çok üstünde durduğu, “kutsal aile” mefhumu. Peki bu ne demek? AKP neden yıllarca bütün araçlarıyla özellikle küçük yaştan itibaren insanları evliliğe teşvik ediyor?

Öncelikle hafızalarımızı tazeleyelim, AKP’nin özellikle küçük yaşta evliliğin önünü açmak ve meşrulaştırmak için neler yaptığını hatırlayalım. Eğitimde 4+4+4 sistemiyle ortaöğrenimde evliliğe kapı açılması, evlenen üniversitelilere kredi teşvikleri verilmesi... İstanbul Sözleşmesi’nin LGBTİ’leri savunduğu ve aile yapısını çürüttüğü gerekçesiyle feshedilmesi, Ceza kanununda cinselliğe rıza yaşını düşürmesi... Diyanet’teki dönüşüm, müftülere nikah yetkisi verilmesi, çocuklara çok küçük yaşlardan dayatılan dini içerikli müfredat... Tüm bunlar “kutsal aile” mefhumuna bağlanan planlamanın parçası.

Peki neden AKP ve dünyadaki tüm kapitalist yapılar aileyi, çocuk yapmayı destekler?

Geçenlerde bir kadın arkadaşımız “Ya biz düşündük taşındık, boşanmamızın bu ekonomik koşullarda mümkün olmadığını fark ettik. Nasıl ayrı evlere çıkalım? Nasıl geçinelim? Mümkün değil” diye anlatıyordu. Bu, çok önemli bir nokta.

Yani aile teşvik edilmiyor dahi olsaydı emekçilerin neredeyse tamamı hayatta kalabilmek için gönül birlikteliğinden ziyade ekonomik bir işbirliği haline gelmiş evliliğe ihtiyaç duyacaktı. Bu iş birliği kapitalizme daha fazla sayıda ucuz emek gücü sağlar. Bunun için ne kadar erken yaşta doğum, o kadar fazla sayıda çocuk demektir. Burada “aile” denilen ekonomik iş birliğinin ideolojik olarak desteklenmesi, teşvik edilmesi gerekir. İşte tam da burada din istismar ediliyor; kadınlara itaat edip çocuk doğurmaları fetva ediliyor, şiddet görse, ezilse dahi boşanmaması salık veriliyor.

Bu nedenle; insanların gönlünce arzuladığı türden bir aile kurması değil, sistemin devamlılığı için gerekli olan aileyi kurması her zaman isteniyor. Anayasada istenilen değişiklik bu ihtiyaca karşılık geliyor. Bunun için de özel olarak da cinsel özgürlük mücadelesinin bugünkü en etkin öznelerinden biri olan LGBTİ’ler “sapkın” gösteriliyor, nefret söylemleri toplumda yaygınlaştırılmaya çalışılıyor. LBGTİ’lerin nişan alındığı silahla kadınlar da vurulmak isteniyor. İşte tam da bu yüzden anayasa değişikliğine amasız fakatsız hayır demek gerekiyor.

GERÇEK LAİKLİK VE KADINLARIN ÖZGÜRLÜĞÜ
Peki laiklik derken neyi kastediyoruz? Hangi laiklik tüm kadınların hayatını garanti altına alandır? Şimdiye kadar “laiklik” adı altında devletin belirli bir inanç biçimini resmileştirdiği, bunun dışındaki biçimleri ötekileştirdiğini görüyoruz. Öte yandan tam da bu baskıcı bakış açısı yüzünden toplumun inançlarının suistimal edildiği ve dinin siyaset alanında kullanıldığını, hatta ekonomik alanda da kullanıldığını, son dönemde pek çok holdingin bu şekilde semirdiğine tanık olduk, oluyoruz.
Birbirine zıt görünen, bu devletçi laikçilik ile Siyasal İslamın ortak noktası, her ikisinin de zenginlerin işine yaraması. O zaman bize, biz emekçilere, eşitlik isteyen emekçi kadınlara kendi laikliğimizi tanımlamak ve onun için mücadele etmek görevi düşüyor.
Aslında işçilerin tarihinde bu deneyim hiç yok değil. Laiklik konusunda akla gelebilecek ilk öğretici pratiklerden biri Paris Komünü. Bir diğeri ise 1917 Ekim Devrimi. Her ikisinde de ana ilke “din ile devletin ayrılması” olmuş. Böylece din, her vatandaşının “özel meselesi” haline getirilmiş. Okulların dini kurumlardan ayrılması kararı alınmış.
Aslında laiklik, insanların yaşam biçimine müdahale edilerek, dini ve mezhepsel farklar kışkırtılarak iktidar tarafından geliştirilen ötekileştirmenin panzehridir. Yani başörtüsünü yasaklamak laiklik değildir. Çocukluğu boyunca edindiği manevi, ahlaki değerler ile nitelikli, bilimsel ve ücretsiz eğitim hakkından faydalanarak erişkin olmuş bir kadın kendi hür iradesiyle istediği kıyafeti giyebilmelidir. Buradaki kıstas çocuklara bunun dayatılmaması, çocuk gelişimine ve çocuk haklarına aykırı ihlallerin yaşatılmamasıdır. Yani din adına çocukların eğitim hakkının elinden alınması, zorla evlendirilerek istismara maruz bırakılması gerçek laikliğe aykırıdır. Devlet burada din adına mağdur edilenin haklarının koruyucusu olmak zorundadır.
Bir dönem algılandığı ve sanıldığı gibi laiklik, elit bir kesiminin “kendi sorunu” değil. Ayrımcılıktan ve tekil dayatmadan yana çıkarı olan bir avuç egemen dışında kalan tüm halk kesimlerinin sorunudur. Bize düşen de, bu kapsayıcılıkta bir laiklik ve inanç özgürlüğü mücadelesi vererek, inançları patronların istismarcı tekelinden söküp almaktır.

Fotoğraf: Ekmek ve Gül

İlgili haberler
Adım adım Anayasa değişikliği ve laiklik

Gülsuyu Gülensu Kadın Dayanışma Evi'nin düzenlediği ‘Adım adım Anayasa değişikliği ve laiklik’ etkin...

'Laik, eşit ve demokratik bir eğitim, çocuklarımız...

Giresun Kadın Platformu tarafından 6 yaşındaki çocuğun evlendirilerek istismar edilmesiyle ilgili ya...

Esenyalı’da kadınlar laikliği tartıştı: İsteyen is...

Esenyalı Kadın Dayanışma Derneğinde bir araya gelen kadınlar laikliği, Anayasa değişikliği teklifini...