Bir haykırışı dokumak…
Ekmek ve Gül’ün eylül sayısı, kendileri adına konuşan egemenlere karşı kadınları n megafonu alarak sesini yükseltmeye başladığı bir şecere gibi.

“Bu kafesi parçalayacağım bir gün, onun korkunç ıssızlığını

Zevk şarabını içeceğim, şarkı söyleyeceğim bir kuşun baharda yapması gerektiği gibi

 İnce dallı bir ağaç olsam da her rüzgarda titremeyeceğim

Ben bir Afgan kızıyım – feryadımı haykıracağım, sonsuza dek dokuyacağım onu.”

1996-2001 yılları arasında Taliban yönetimi altında kamusal alanın Afgan kadınlara yasaklandığı, sevgiye dair şiirler yazmanın dahi işkence sebebi olduğu yıllarda yazdı Nadia Anjuman bu şiiri. Tüm yasaklar ve hukuksuz cezalar karşısında bir karşı duruştu kaleminden akan özgürlük ve umut dizeleri. Taliban’a, kocasının şiddetine, ailesinin baskısına karşı bir haykırışı dokumaktı şiirleriyle özgürlük fikrini dökmek. Anjuman, bir kadın olarak yazmanın canına mal olacağını bile bile yıllarca yazmış ve şöyle demişti kocası tarafından dövülerek öldürülmeden önce: “Taliban egemenliği altında altı yıllık esaretin ayaklarımı bağladığı zincirler, kalemimin ayağıyla şiir arenasına duraksayarak girmeme neden oldu.” Taliban yönetimi altında kadınların yaşamını ayağına bağlanan zincirlerle ifade ediyordu Anjuman, şimdi zamanda kadınların yaşadıklarını ta o zamandan özetliyordu.

Anjuman’ın suçu kadın olmak ve şair olmaya cesaret etmek miydi? Zihnindekileri özgürce dökmesi, kendi gibi kadınların sözcüsü olmak mıydı? Taliban’ın yıkıntıları arasında ölümü göze alıp o haykırışı dokumayı sürdürmek miydi? Hangisi suçtu?

Haykırış tek başına Anjuman’ın haykırışı değildi elbet. Bu ülkenin adının etimolojik kökeni dahi “haykırış”a dayanıyordu. Afgān, efgan; figan, acıyla bağırma” demek. Bir halkın tarihine, yaşanmışlıklarına ancak bu kadar müsemma olabilirdi belki bir isim. İngiliz sömürgesi, Sovyet, ABD işgali, Taliban yönetimi… Halkın kendi kaderine fırsat bile tanımayan müdahaleler ve kadınların payına düşen hep aynı son… Bu son içinde ise şimdi gibi o haykırışı dokumaya çalışan kadınların umut verici çabaları ve Afganistan sınırları dışında, bu topraklardan, öteki topraklardan cılız da olsa yükselen “Afgan kadınların yanındayız” sözleri… Bunca kutuplaştırmaya, düşmanlığa, ayrımcılığa, öfkeye rağmen bu cılız haykırışların bir gün büyüyecek olma ihtimali dahi umut vermiyor mu? Verecek, yeter ki “Yalnız değilsin kız kardeşim” sözünü birbirimize dokunarak bir haykırışa dönüştürelim. Çünkü bizim elimizde; bir haykırışı doğurmak da dokumak da büyütmek de. Çünkü bizi birbirimizden ayıran da bizi birbirimize bağlayan da tüm çıplaklığıyla karşımızda duruyor. Gerçeklerin üzerine örtülen perdesiz bir burka gibi; çıkar hesapları peşinde koşarken, ülke halkının sorunlarına kulak tıkayıp, halkı yangına, sele, afetlerin yıkıcı sonuçlarına teslim ederken, kadınları şiddete, adaletsizliğe, eşitsizliğe hapsederken, yoksulluğa, sosyal yardımlara, eve giren iki ekmeğe tamah ettirirken, eğitimdeki eşitsizlikle, belirsizlikle geleceksizliğe mahkum ederken çocukları, barışa dair ses vermeyi bile yasaklarken meydanlarda, Suriyelisini, Afgan’ını İranlısını sömürünün öznesi haline getirir, sırtlarından geçinirken bizi bağlayan her ortaklığı nefretiyle örtüyorlar işte. Bir proje olarak gördüğü “mülteci sorunu”nda ekonomik ve siyasal politikalarıyla düşman ediyor ortak sorunu olan Suriyeli ve Türkiyeliyi. Kadınlar katledilirken bir bir kadınların haklarına göz dikenler, sonra “Adalet” konuşması yapıyorlar kürsülerden, adaleti kendi tecellilerine göre işleyerek. Oysa bugün dergimizde üzerimize kat kat örttükleri o örtüleri ucundan tutarak, bir haykırışı dokuyan kadınların sesi var. Fikri, kimliği, kökeni, inancı, şehri farklı olan her bir kadının sesinin başka bir kadın tarafından işitilişi, her bir kadının uzattığı elin başka bir kız kardeşin parmak uçlarına deyişi var. “Bu düzen benim” diyenin korku hükmüne karşı, kendi yaşadıklarını anlatan, kendilerinden götürülene öfkelenen, birbirlerine tek başlarına olmadıklarını gösteren kadınların ayağa kalkışlarının sesleri var. “Millet” adına, “kadınlar” adına konuşana cevap veren kadınların kendi sözleri, istekleri, talepleri var!

***

Ekmek ve Gül’ün eylül sayısı, kendilerine adına konuşan egemenlere karşı kadınları megafonu alarak sesini yükselmeye başladığı bir şecere gibi. Patronun TİS dayatmalarına karşı yükselttiği ses; okulların açılması öncesi eksiklere, eksik bırakılmışlıklara, yokluğa, geleceksizliğe, “idare edin”lere karşı yükselttiği bir ses; mülteci kadınların nefret politikasından aldıkları paya karşı; köylülerin evinin barkının üstünde hâlâ duman tüter, yanan hayvanlarına döktükleri gözyaşı yanaklarından akarken TOKİ’yi sahneye sokup her şeyini kaybetmiş olanları utanmadan krediyle borçlandırmaya çalışanlara karşı yükselttiği bir ses var. Bu büyüyen bir ses, dokunan bir haykırış bu sayfalarda.

Ve elbette Filiz Gür’ün yine tozlu raflara çekilmiş bir tarih kesitinin anlatımı, otomobil kullanımında kadınların “Sen yapamazsın” sözlerine karşı yükselttiği bir ses var. Adana’dan temizlikçi Ayşe’nin başına gelenler de kahkaha katarken bu sese, Fulya Alikoç’un “Afganistan’ın gösterdikleri” yazısı da Afganistan meselesine nasıl bakmalının bir haritasını çiziyor. Sevil Aracı’nın “Ay düşerken” kitabına dair yazdıkları da çoğu zaman küçümseyerek bakılan, hor görülen, itilip kakılan göçmenlerin neler yaşamak zorunda kaldıklarını gösteriyor. Ekmek ve Gül ile büyüyor bu yükselen ses, kadınlar büyütüyor bu sesi.

*Şiir Fatma Nur Türk tarafından çevrilmiştir.

Fotoğraf: Freepik

İlgili haberler
Felaketler zincirini kırmak için yapacaklarımız va...

Sermaye, pastasından bir dilimi vahşice sömürdüğü doğaya yedirmek istemiyor; ceremesini ise en çok k...

Gebe ve emziren sağlık çalışanları dahi geçim için...

Doğum yapan kadın sağlık emekçilerinin 2 yıl nöbet tutmaması yasayla garanti altına alınmışken evini...

Bir sürü göz üstümüzde!

‘Utanmasalar fabrikaların soyunma odalarına ve tuvaletlere kamera koyacaklar. Kadın işçilerin üçü be...