Bindiğimiz dolmuşta, şort giydiğimiz için dövüyorlar; çünkü bizi pembe vagonlara doldurup yaşamdan kesmeye çalışıyorlar. Şiddet gördüğümüzde sığındığımız karakol kapılarını yüzümüze kapatıyorlar, çünkü bizi “ne olursa olsun sürecek evliliğe” mahkum etmeye çalışıyorlar. Ekmeğimizi kazanmak için çalıştığımız işlerle edindiğimiz gelecek teminatını ortadan kaldırıyorlar, çünkü bizi kendi ayaklarımız üzerinde durmaktan alıkoymak istiyorlar.
Önce yüz binleri çıkardıkları KHK’lerle bir gecede işinden ediyor, sonra işi ve onuru için açlık grevine giren iki gencecik eğitimciye sorguda “Ölmekten çıkarınız nedir?” diye sorabiliyorlar, çünkü işi ve onuru için direnenlerin elinden geleni yapma inancını ellerinden almak istiyorlar.
Ve bu hoyratlığın, şiddetin, dehşetin giderek toplumun her zerresine sirayet edip olağanlaşmasını seyredalmak istiyorlar. Çünkü hoyratlığın, şiddetin, dehşetin ve hepsinin üstüne örtü seren adaletsizliğin en gündelik olana tekabül etmesinden kazançları olduğunu çok iyi biliyorlar.
Tam da bu yüzden...
13 günlük bir bebek, Cuma bebek, savaştan kaçıp Türkiye’ye gelen, dolaşa dolaşa Yalova’ya varan, tahta ve muşambalarla oluşturdukları derme çatma kulübede kendileri gibi birkaç aileyle birlikte yaşamaya çalışan Suriyeli Muhammed ve İman’ın yavrusu, anne sütü alamadığı, mama parası da bulunamadığı için açlık yüzünden ağlaya ağlaya ölüyor. Ama insanlar “onlar da çocuk doğurmasalarmış canım” diyebiliyor...
Tam da bu yüzden...
Kendisine sürekli şiddet uygulayan kocasını öldüren, mahkemeye getirilirken soru soran gazetecilere karşılık kelepçeli ellerini havaya kaldırarak, “Çekin gardaşım çekin, hep erkekler mi öldürecek? O beni öldürecekti ben öldürdüm” diyen, mahkemede evlendiği ilk günden beri şiddete uğradığını anlatan 60 yaşındaki Semra Özata hakkında ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası isteniyor. Ama bu ülkede kadın cinayeti sanığı her dört erkekten muhakkak birinin iyi hal, pişmanlık, tahrik ve yaş indiriminden yararlanması hukuka sığdırılabiliyor.
Adaletsizlik duygusu herkesin ortaklığı oluyor da, adaletin nasıl kazanılacağına ilişkin yol yöntemde bir ortaklık olamıyor.
Biliyoruz ki “Adalet bir fikirdir, adaletsizlik ise bir durum”... Adalet denilen şey aslında soyuttur, herkesin içini kendi meşrebince doldurduğu bir muğlaklık. Ama adaletsizlik çok somut, çok yalın, gördüğümüz yerde tanıyoruz onu. Bugün “adaletin işleyişi” diye anlattıkları şey, kendilerinden olmayanlar için cezalandırma, iktidar için onay aygıtına dönüşen tüm devlet kurumlarının engelsiz biçimde bu fonksiyonları yerine getirmesi ve buna dönük rahatsız edici bir itirazın yaşanmaması demek. Bu “işleyişi” bozan, hatta bozma ihtimali olan her şeye pervasızca saldırmaları bundan; “ezilmeyi reddetmiş insanlarla karşılaşmak”tan duyulan korkunç endişeden.
Bizden esirgedikleri şey “adalet” değil. Bizden esirgedikleri, adaleti kendilerinin dağıtacağı bir ulufe olduğunu kabul etmeme hakkımız. Çünkü bu hak esirgenirse, her hak esirgenebilir.
Neyse ki insan, çevresini saran gerçeklik içinde var kalmaya çalışmaktan daha fazlasını yapabildiği için onurlu bir varlık. Eşitlik gibi, adalet gibi, özgürlük gibi idealleri gerçek kılmayı, yaşanabilir kılmayı hayal edebildiği, bu uğurda mücadele edebildiği için...
En karamsar zamanlarımızda kendimize hatırlatmamız gereken şey tam da bu; eşitlik, adalet, özgürlük gibi idealleri yaşanabilir kılmak için yapıp ettiğimiz en küçük şey bile hep birilerine dokunuyor, hayatı değiştiriyor. Kıyafeti nedeniyle dolmuşta saldırıya uğrayan Melisa’nın “böyle bir şeyi kabul etmiyorum” çıkışının Tuzla’dan bir işçi kadının hayatını değiştirmesi gibi...
Karamsarlığa düştüğümüz zamanlarda “her şeye rağmen” yapabildiklerimizi görmek, birlikte yapabildiklerimizin değerini bilmek, en az yapamadıklarımızın şeceresini dökmek kadar önemli.
İşte Ekmek ve Gül’ün temmuz sayısı bir nevi böyle bir şecere... Kadınların gündelik direnç hikayelerinin, birbirlerine verdikleri gücün, önyargı ve güvensizlik pompalayanlara karşı inatla birbirlerine sırtlarını yaslama çabalarının, yaşama dair soyut ne kadar ideal varsa onu somut bir kazanıma dönüştürme gayretlerinin şeceresi. Kadınların “adalet” talebi, yaşadıkları şiddetten inatla kurtulma ve kendilerine yeni bir yaşam kurma çabasındaki pek çok kadının hikayesiyle somutlanıyor.
Ve bir türlü önyargı duvarlarını kaldırıp göremediğimiz mülteci kadınlara yönelik nefret söylemlerinin ve ayrımcılığın aslında biz kadınlara topyekun uygulanan nefret ve ayrımcılıktan nasıl beslendiğini konuşuyoruz.
Dergimizin bir diğer başlığı ise “kadınların ev içindeki rollerine en uygun, dolayısıyla da pek de nitelik gerektirmeyen bir iş” olarak görülen, üstelik “utanılıp sıkılası” bir şeymiş gibi düşünülen ev işçiliği. İstanbul Alibeyköy’den ev işçisi kadınlar zorluklarını ve taleplerini Ekmek ve Gül aracılığıyla paylaştılar.
Kıdem tazminatının kadın işçiler açısından önemini, zeytin ağacını bir evlat gibi gören kadınların isyanını da sayfalarımızda bulacaksınız.
Biliyoruz ki dergimizdeki bu anlatılar, büyük imkansızlıklar içinde bir imkan yaratabilmek için elinde avucunda ne varsa ortaya seren kadınların ortak hikayesi. Kendilerine çizilen “kaderin” mağduru, içine itildikleri hikayenin figüranı değil, kendi hikayelerinin yaratanları ve yaşayanları olarak kadınların kendilerine açtıkları yolları başka kadınlarla paylaşma çabası bu dergi.
İlgili haberler
Adalet haramilerin kılıcının ucunda
Şiddet ve taciz karşısında “çözüm” olarak “pembe otobüsler” öneriyorlar. Şiddeti önlemek için yapmay...
Mesele başka!
Sevda’nın sığınma evine ya da geçici bir süreliğine başka bir yerde kalmaya yanaşmamasının altında ç...
Mersin’den Ankara’ya Ayşe’nin hikayesi
Hep böyle çalıştım ama kimseye boyun eğmedim. Boşandıktan sonra geri evlendirmek istediler beni, ‘Bi...
- EN SON
- ÇOK OKUNAN
- ÖNERİLEN
Editörden
Bültenimize abone olun!
E-posta listesine kayıt oldunuz.