Düşünün 41 yaşındasınız, doğum gününüzde elinize kalın bir mektup geçiyor, açıyorsunuz tanımadığınız bir kadın size aşkını açıklıyor. Ölmek üzere olan, belki de ölmüş olan bir kadın...
Genç kızken, daha 13 yaşında karşılarındaki apartmana taşınan bu adama, tanınmış genç yazara, aşık oluyor. Onunla kapının önünde karşılaşmak, merdivendeki ayak seslerini duymak için elinden geleni yapıyor. Adamın evine girmesini anahtar deliğinden izliyor, bir gün adamın uşağına yardım ederek evinin içini bir dakikalığına da olsa görüyor ve beynine yazıyor...
Başlangıçta gençlik hayranlığı olan şey sonra sevdaya dönüşüyor, hem de onu adama bağımlı yapan bir kara sevdaya...
Kızın annesi evleniyor, Viyana’dan İnnsbruck’a taşınıyorlar, yıllar geçiyor, adamı görmese de aşk sürüyor. Adamın kitaplarını ezberliyor, onunla yatıyor, onunla kalkıyor. Sonra çalışmak için Viyana’ya dönüyor, esas neden çalışmak değil, adamı görmek, ona kendini göstermek.
Her gün işten sonra kapısının önünde beklediği adamla 18 yaşındayken konuşuyor, adam komşu kızı tanımıyor, karşısında güzel ve genç bir kadın var. Üç gece beraber oluyorlar. Adam onu arayacağına söz veriyor ama nafile... Üç gecelik beraberlikten bir çocuk doğuyor. Genç kadın adam zorunlu olarak ona bağlanmasın diye çocuğundan söz etmiyor ona, Zaten görmüyor da onu. Sevdiği adamı gördüğü çocuğunu iyi yetiştirebilmek için zengin erkeklerle beraber oluyor. Onu seven, evlenmek isteyen zengin erkeklerle. Ama adama ihanet etmemek, onun kendini tanıyacağı ve seveceği umudunu söndürmemek için tüm teklifleri reddediyor. Sonra bir gece yine adamla karşılaşıyor, tereddüt etmeden onun ardından gidiyor, Tek isteği adamın onu tanıması ama olmuyor, beraber oldukları gecenin sabahı adam çaktırmadan cebine bir fahişeye hizmetinin karşısında öder gibi para koyuyor. Arayacağını söylüyor kadına, tabi ki aramıyor.
Birkaç yıl sonra çocuk ölüyor ve kadın da onunla ölmek istiyor. Oturuyor ve ölümünden sonra verilmek koşuluyla adama uzun bir mektup yazıyor, yaşamını, aşkını, karşılaşmalarını, çocuklarını anlatıyor. Adam her yıl doğum gününde aldığı beyaz güllerin bu tanımadığı kadından geldiğini anlıyor ve bir gün önceki doğum gününde neden beyaz güllerin gelmediğini de...
Stefan Zweig, Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu adlı kısa romanında bağımlılık haline gelen bir aşkı, aşık kadının ağzından erkeğe yönelik hiçbir suçlama yapmaksızın anlatıyor. Kadının sadece adam için yaşadığını, hayatında karşılaştığı tüm fırsatlara aşkı için bir kenara ittiğini öğreniyoruz. Kadın karşısındakinden sevgi istiyor, o sevgiyi görmek için delicesine herşeyi yapıyor. Adamı seviyor, adam onu arzuluyor, beraber oluyorlar, unutuyor. Ölesiye seven bir kadın ve sadece anı yaşayan, sevmeyen, bağlanmayan, hatırlamayan bir erkeğin, tanınmış bir yazarın, acımasızlığı?
Zweig okurunu, bir kez daha, insan psikolojisinde eşine pek rastlanmayan bir yolculuğa davet ediyor. Bu yeni yolculuğun sonunda "mutlak aşk" kavramının şimdiye kadar bilinmeyen kıyılarına varmayı amaçlamış olması da bir ihtimal!
Ama akla Nazım Hikmet’in Tahir ile Zühre şiiri ve o meşhur dize geliyor: “yani sen elmayı seviyorsun diye elmanın da seni sevmesi şart mı?”
İlgili haberler
GÜNÜN KİTABI: Kul
'Canım Mercan, yalnız değilsin, biz varız' deyip Mercan'ı bağrınıza basmak, memleketin kadınlık hali...
GÜNÜN KİTABI: Annelik mi, kadınlık mı?
Badinter, 'Kadınlık mı, annelik mi' sorusunun kadınlar için nasıl tehditler içerdiğini anlatıyor: Bu...
GÜNÜN KİTABI: Sıfır Noktasındaki Kadın
Neval El Seddavi, ölüm hücresinde Mısırlı fahişe Firdevs'le konuşuyor. Firdevs'in anlattığı yaşam öy...
- EN SON
- ÇOK OKUNAN
- ÖNERİLEN
Editörden
Bültenimize abone olun!
E-posta listesine kayıt oldunuz.