Sinema keşfedildiği zamandan beridir bulunduğu coğrafyanın atmosferi ve dönemin özelliklerini yansıtır ve bundan beslenir. Yıllar içinde Türkiye’de ve dünyada hükümetlerin kadınların hayatına yönelik her alanda uyguladığı baskıcı politikalar ne kadar arttıysa, kadın hareketi de bu baskıya karşı daha da güçlenerek ivme kazanmıştır. Buna bağlı olarak Türkiye sinemasında 2000’lerden sonra hem işlenen konularda hem de film üretim kısmında kadın temsiliyetinin artış göstermesi tesadüf değil. Kadınlara yönelik artan baskı ve şiddetin, iş hayatından uzaklaştırma çabalarının ve en son da hukuksuzca iptal edilen İstanbul Sözleşmesinin yankıları sanat alanında da artarak yer almaya devam ediyor. Tıpkı mart ayında vizyona giren Bergen filmi gibi…
ACIMA DEĞİL, ÖFKE VE DİRENME İSTEĞİ
Asıl adı Belgin Sarılmışer olan Bergen ve annesinin zorluklarla dolu yaşam mücadelesini konu alan Bergen filmi mart ayının en çok konuşulan yapımı oldu. Elbette filmin analiz edilecek çok yönü var ancak benim değinmek istediğim bu tarz hikayelerin medyada nasıl ele alındığı ve izleyicide ne yönde yankı bulduğu. Filmi izlemeden önceki en büyük çekincem, Bergen gibi ikonik bir ismin verdiği hayat mücadelesini tüm gücünden ve direngenliğinden sıyırarak romantize edip “acıklı, ağır dram içeren hayat hikayesi” olarak sunulmasıydı. Ancak film bunun tam tersi olarak ve seyircinin “merakla” beklediği şiddet sahnelerini (özellikle Bergen’in yüzüne kezzap atıldığı sahneyi) romantize edip tekrardan üretmeden kapalı kapılar ardından sunmuş, ağırlıklı olarak Bergen’in içindeki korkuya rağmen güçlü duruşundan vazgeçmediğini çok iyi yansıtmış.
Fail ise aslında her yerde karşılaşabileceğimiz “sıradan” bir portre olarak çizilmiş. “Hasta, psikopat” gibi aslında faili meşrulaştıran tanımlamalar yapmadan, eril bir erkeğin bir kadının hayatındaki boşluklarından faydalanıp bunu “tamamlama” vaatleri vererek onu tüm sosyal yaşamdan ve çalışma yaşamından alıkoyup eve nasıl hapsettiği anlatılıyor. Ve bu kadının her işkenceye karşı, kişiliği ve şarkılarıyla ne denli başkaldırdığını. Bu sebeple filmden çıkarken acıma duygusuyla değil bu düzene karşı büyük bir öfke ve direnme isteğiyle çıktım.
KİŞİSEL DEĞİL, POLİTİK
Filmin eksikleri elbette ki var. Hikayenin geçtiği dönemin siyasal iklimine çok az değinmesi gibi. Halbuki kadınların yaşadığı hiçbir acı ve kayıp kişisel değil, toplumsal ve politiktir. Kısacası dönemi hikaye içinde tam anlamıyla yansıtmadığı için kadın cinayetlerinin politik olduğu vurgusu yapılıyor denilemez.
Filmi izlerken kafama en çok takılan şeylerden biri; Bergen’in ilk sevgilisi olan (annesinin evliliklerine engel olduğu) Abdullah karakteri oldu. Bergen tüm yaşadıklarından sonra annesine, Abdullah’ı kastederek “Onunla evlenseydim nasıl bir hayatım olurdu?” diye sorar ve annesinden pişman bir ifadeyle “O zaman öyle doğru olacağını düşündüm, nereden bileyim” tarzında bir cevap alır. Annesi aslında kızının, Abdullah’tan sonra hayatına giren o adamla da evlenmesini istememişti. Filmin genelinde suçu Bergen’in veya annesinin “tercihlerine” atan bir hava hakim değil. Ancak bu diyalogla “Keşke onunla evlenseydi bunlara maruz kalmazdı” düşüncesi izleyicinin aklında mutlaka barınmıştır diye düşünüyorum. Evet gerçek hayatta hepimiz bu tarz çok denklemli ve “acaba”lı düşünüyoruz. Ancak böyle filmlerde bu tarz akıl karışıklıklarına fırsat verilmemesi düşüncesindeyim.
ŞİDDETİN PORNOGRAFİKLEŞTİRİLMESİ
Filmin “sertliğinden” memnun olmayan ve sertliğini “yeterli” bulmayan izleyicilerin olduğunu da gördüm. Özellikle televizyon dizilerinde şiddet içerikli sahnelerin açıkça gösterilerek adeta bir “şiddet pornosu” haline getirilmesi, ana haberlerde olay anının canlandırılması oldukça yaygın. Film sonrası duyduğum ve okuduğum olumsuz eleştirilerin geneli; filmin yeterince ağlatmadığı, en çok merak edilen kezzap ve öldürülme sahnelerinin açıkça verilmeden sunulmasıydı. Google’a Bergen yazdığımda bile çıkan öneri kelimeleri (en çok aranan kelimelere göre sıralanıyor) genellikle “ölüm anı, kezzaplı yüzü” gibi şeyler oldu. Toplumun olayın politik gerçekliğinden kopartılıp, bunları merak etmesi ve bunlardan beslenmesi çok korkutucu. Bu alışılmışlığın en büyük sebeplerinden biri, belirli bir sınıfın güdümünde olan medya. Haliyle izleyicinin buna alıştırılması söz konusuyken, böyle yapımların toplumun bu kesimleri tarafından bu sebeplerle beğenilmemesi gayet normal. Daha da korkuncu şiddet failinin bu ülkenin en büyük televizyon kanallarına çıkartılarak ona söz hakkı verilmesi ve durumun magazinleştirilmesi...
Ana akım medya failin neden yargılanmadığını, hâlâ bugün bu şekilde konuşacak cesareti nereden aldığını, ülkenin her yerinin Bergen’lerle dolu olduğunu, yıllardır adalet sisteminin neden işlemediğini sorgulamıyor. Ancak bu tarz yapımların arttığını gördükçe inanıyorum ki, sinema ve diğer tüm sanat dalları kadın direnişinin ruhunu, gücünü konu edinmeye ve bu rüzgâra yön vermeye devam edecek.
Kısacası medya görmezse biz görür, Tanrı affetse de biz affetmeyiz!
Görsel: @ArifPiskin'in paylaştığı videodan alınmıştır
İlgili haberler
Bergen’in hikayesi bugün Hatice Kaçmaz cinayeti
Bergen’in ölümünün, aradan geçen 30 yıl içinde ülkedeki her kadının öyküsü haline gelmiş olması üzer...
Ayşe’nin derdi: Erkekler dergiyi neden okumuyor?
“Bize kadınlar birbirinin arkasından kuyu kazar gibi şeyler öğretildi. Ama dergiyi okumaya başladıkt...
Medya tık almak için şiddeti yeniden üretiyor
Faili koruyup kollayan, tık almak için tecavüze uğramış kadının fotoğraflarından galeri yapan, istis...
- EN SON
- ÇOK OKUNAN
- ÖNERİLEN
Editörden
Bültenimize abone olun!
E-posta listesine kayıt oldunuz.