GÜNÜN KİTABI: Venüs
12 yaşında çarşafa girmiş, bir bavulda bulduğu defterle geçmişi sorgulamaya başlayan kahramanımız, o güne dek bildiği hiçbir şeyin bildiği gibi olmadığı sonucuna ulaşır.

İstanbul’da yaşayanlar belki bilir. Kadıköy’de bulunan o meşhur ıslama köftecide, camdan masaların altında, değişik zamanlarda başka başka insanlarca yazılmış binlerce küçük not görürsünüz. “Buradaydım, bu günü yaşadım ve yaşayanları gördüm” manasına gelen anılarla birer iz bırakılmıştır geleceğe. Peki ya yazılmayanlar, yazamayanlar? Başka bir deyişle, geleceğe “kayda değer” bir iz bırakamayanlar?
Tarih, kahramanlık hikayelerinin ardında kalan (bırakılan), yok olmuş, hiç yaşamamış gibi olmuşlarla doludur. Dahası, çalınan hayatlar ve katliamlarla. Buzdağının görünen yüzüdür bize kitaplarda reva görülen tarih. Görünmeyen tarafta yaşananlarsa asıl kahramanlarınca hayatta kalabilmek adına saklanmaya mahkum edilmiştir.

HATIRLAMAK DAHA ÇOK ACITIR
Aile tarihlerimiz de sırlarla doludur. Ve bu “çok önemli” sırları saklamak nedense hep kadınlara düşer. Kendi tarihi içinde öğrendikleriyle yaşayan insan, öldürmeyi öğrendiyse öldürür, yaşatmayı öğrendiyse yaşatır en kaba tabirle. Peki, yaşadığınız onca travmaya rağmen sadece ve sadece sır saklamak öğretildiyse size? İşte o zaman yaşadıklarınıza rağmen bir hiç olursunuz. Ve günü geldiğinde, aslında baş kahramanı olduğunuz kendi tarihinizde başka hayatların gölgesinde kalan hayatınızı o dipsiz kuyudan çekip çıkarmak, sizin için zor ve biraz gerçek, biraz hayal olacaktır. Her yeni keşfediş yeni bir sarsıntıdır çünkü, ve yaşamaktan çok hatırlamak acı verir.

BİR AİLE TARİHÇESİ
Şebnem İşigüzel’in “Venüs / Bir Aile Tarihçesi-Bir Yaşam Öyküsü” adıyla kaleme aldığı roman da bu anlamda bir yaşam öyküsünden öte, görünenin ardında toplumca yanıltılışımızın, delirtilişimizin ifadesidir bana sorarsanız.
İstanbul Boğazı’nı geçmeye çalışan bir Arnavut ailenin kızı olarak, Boğaz’ın derin sularında annenin kaybı pahasına başlayan bir hayat... Erkek olmadı diye öfkelenen babanın tepinmesiyle devrilen kayık ve bu öfkeden nasibini, canından olarak alan bir kayıkçı... Hayatı sırlarla dolu, bilge ve ketum bir hizmetçi (Nergis)... Dişiliği ve cinselliğiyle ön plana çıkan, özgürlüğüne düşkün, pervasız ve bir o kadar da feminist bir hala (Şekina)... Köylülerin üremesini istemediği için kılıfına uydurup zoraki kürtajlar yapan doktor bir koca (Adnan)... Ve bu birbirinden ilginç kişiler arasında geçen, 1908-45 yılları arasını kapsayan bir yaşam.
İnsan kendini anlatmaya nereden başlamalı? Önce doğumundan elbette... Ya da ailesinin geçmişinden... Yaşadığı çevreden, toplumdan... O kadar kolay değil işte. Hayatını anlatmaya kalkışan kahramanımız, başkalarının hayat hikayelerinde kaybolur, kitap boyunca doğamaz bile adeta. Bu iç içe geçmiş yaşantıları okurken hem büyük keyif alır, hem hüzünlenir hem de düşünmeye zorlanırız. Daha ilk sayfalardan bize seslenen anlatıcının yabancılaştırmasıyla dışardan bakmamamız konusunda uyarılırız aynı zamanda. Öyle dümdüz bir öykü bekliyorsak çok yanılırız anlayacağınız.

BAŞKA HAYATLARIN GÖLGESİ
12 yaşında çarşafa girmiş, bir bavulda bulduğu defterle geçmişi sorgulamaya başlayan kahramanımız, o güne dek bildiği hiçbir şeyin bildiği gibi olmadığı sonucuna ulaşır. Elde ettikleri ne kadar gerçektir peki? Kitap boyu sorgularız bunu. O kadar başka hayatların gölgesinde yaşamıştır ki, kendini birileriyle özdeşleştirme eğilimi içindedir. Ama herkesin bir başkası olarak varlığını rahatlıkla sürdürebildiği dünyada o, elinde kalan yaşanmamış çocukluk, yaşanamamış kadınlık ve nice eksikle, başkası olamadığından, içinde bulunduğu topluma uyum sağlayamaz. “Her insan dünyanın bir parçasıdır ve dünya kadar kocamandır” deyip kendini değerli hissetmeye başladığında kaleme aldığı şeyler de çok kereler başkaları tarafından yok edilir. Ama “ yaşamazsan anlatamazsın, anlatmazsan unutursun, unutursan yok olursun” düşüncesinden hareketle yazmaya devam eder. İnatla ve gizlice... Yaşamıştır çünkü. Belki de satır aralarından çıkarılmayı bekleyen, Venüs’ün yarım kalmış hikayesidir.
Çok yavaş ve Dünya’nın tersi yönünde hareket eden bir yıldızdır Venüs. Güzelliğin ve dişiliğin simgesi. Bir de aslında Latin tanrıçası olan, Yunan etkisi altında sonradan Afrodit’le bir tutulmuş Venüs vardır. Aşk ve güzellik tanrıçası Afrodit de denizin köpüklü dalgalarından doğmuştur. Kendine özgü öyküleri pek bulunmayan Afrodit’e, başkalarının baş kahraman oldukları hikayelerde ikinci derecede roller düşer. Bununla birlikte mitolojide iki Afrodit’ten söz edilir. Biri tanrısal özellikleriyle öne çıkarken diğeri “ortalık malı” olarak anılır.

MATRUŞKA MİSALİ
İşigüzel’in farklı bir kurguyla ele aldığı kitabı okuduğunuzda, kafanızda kuyrukları birbirine girmiş tilkiler dolanmaya başlayacağı, boşlukları doldurmak için araştırmaya yöneleceğiniz kesin. Zaman sıçramaları içinde esprili bir dille verilen, ucunu Nergis’in bırakıp Şekina’nın tuttuğu hikayeler, Karagöz-Hacivat tadında aktarılır. Zamanın bu denli hareket halinde olmasının, kitap sonunda kurulacak empatide gizli olan bir nedeni var elbet. Dedik ya; romandan da yaşam öyküsünden de fazlasıdır anlatılan. 1908 Meşrutiyet yıllarından, Osmanlı’nın çöküşünden Cumhuriyet’in erken dönemlerine uzanan bir zaman dilimi içinde koca bir tarihe dokundurmalar da barındırır. Büyük İstanbul depreminden Ermeni soykırımına, çetrefilli saray hayatından köpek katliamlarına neler yoktur ki...
Matruşka misali, çevirdiğiniz her sayfa yeni ve şaşırtıcı bir öyküyle karşılar sizi. ‘Bir ben var ki benim içimde’ der gibi. Anlatmakla anlamını tam olarak bulamayacak olan, ille de okunması gereken türden.

İlgili haberler
GÜNÜN KİTABI: Fosforlu Cevriye

“Ben yazar Suat Derviş’im. Kimsenin karısı olarak yâd edilemem” demişti bir davete eşinin ismiyle ça...

GÜNÜN KİTABI: Bildiğin Gibi Değil!

19 hikaye anlatılıyor bu kitapta. 90’lı yıllarda çocukluğu Kürt illerinde geçen 19 kişinin, işkencen...

GÜNÜN KİTABI: Sarmaşık

Perdelerimizi çekip dolandığımız sarmaşıklara başka bir gözle, daha iyi görmek adına Şebnem İşigüzel...