Sabrımız yüzde hiç, artık serde mücadele var
İkilem basit: Sürünerek hayatta kalmak mı, insanca yaşamak mı? İlk seçenek her gün daha fazla yoksulluğa ve giderek açlığa adapte olma kabiliyeti gerektiriyor. İnsan bedeni, insan gibi yaşamak istiyor

Elektriğe yüzde 50 ila 125 arası, doğal gaza konutta yüzde 25, sanayide yüzde 50 zam. Bir sabah TÜİK enflasyon açıklıyor, yıllık yüzde 36.08; Enflasyon Araştırma Grubu (ENAG) hesaplıyor yüzde 82.81. Öğlesinde Cumhurbaşkanı diyor ki, “İhracatta 225.4 milyar dolara ulaştık, rekor kırdık, artış yüzde 32.9”. Akşamında yine Cumhurbaşkanı diyor ki “Bu zor zamanlarda hepimize fedakârlıklar düşüyor”; memura yüzde 30.5, emekliye yüzde 25. Yüzde, yüzde, yüzde... Yüzdeler kovalıyor resmen bizi.

128 milyar dolar gibi, zaten büyüklüğünü aklımıza dahi sığdıramadığımız rezervler buharlaşıyor. Katrilyonlu katrilyarlı, bazen TL bazen dolar bazında yol, ulaşım, hastane, millet bahçesi türünden yatırım miktarları üstümüze boca ediliyor. Rakamlar, iktidar ve ana muhalefet arasında kurşun gibi sıkılıyor karşılıklı. Ortada biz, kulağımızda sayıların vızıltısı.

İçi boş bir sadaya indirgemiyoruz elbet tüm bunları. Zira insan, yazmazdan önce sayıyordu. Çetele tutmanın mazisi en az 40 bin yıl. Onca zamandır niceliği bilmenin, nicelik gözlemlemenin önemi değişmedi. Mesela 2021 yılında en az 280 kadının erkekler tarafından öldürüldüğünü biliyoruz, 217 kadının ölümünde de erkeklerin payının olduğundan şüphe ediyoruz. Bu sayılar; bir kadın olarak bu toplumda yaşam hakkını ne kadar tadabildiğimize dair önemli bir fikir veriyor. Sayılar elbet bize bir şey söylüyor.

ASGARİ ÜCRET, ‘İŞÇİ SINIFI ÜCRETİ’

4 bin 253 lira. İktidar açıklarken “yüzde 50’lik bir oranla ülke tarihinin rekor asgari ücreti” diye bir sıfat iliştirdi bu rakama. Olağan seyrinde seyirlik de olsa bir pazarlığa tutuşulurdu her yılın son ayında. Asgari Ücret Tespit Komisyonunun bilmem kaçıncı toplantısında şu kadar oran teklif edildi, işçi tarafı da şunu dedi, gibisinden haberler izlerdik. İş yerlerinde, esnaf kapılarında, kadınlar arası sohbetlerde “Bence şu kadar olacak”, “Yok ya o kadar bile yapmazlar”, “En az bu kadar olması lazım ki yetsin” cümleleri uçuşurdu havada. Ama 2022 asgari ücretinin etrafında döviz kuruydu, enflasyonuydu derken o kadar çok sayısal rakip vardı ki, ülke tarihinin niceliğinden ziyade niteliği en çok tartışılan asgari ücreti oldu. Tarihsel bir önemi varsa burada.

Aralık 2021’de Türkiye’de 10 milyon kişi asgari ücrete (2 bin 825 lira civarı) çalışıyordu. Yani tüm ücretlilerin yüzde 57’si. 2022 asgari ücreti belirlendiğinde bu sayı birden iki katını aştı, oran yüzde 80’e vardı. Bu yıl başı itibarıyla her 5 çalışandan 4’ünün ücreti asgari ücret civarına çekilmiş, hepimiz asgaride eşitlenmiş olduk. Bazı sendikalar bu duruma “asgari ücret” yerine “ortalama ücret” demenin daha isabetli olduğuna dikkat çekiyor. Doğru, ama eksik. Asgari ücret artık her şeyden önce bir “işçi sınıfı ücreti.” Bu; Türkiye işçi sınıfını, sektör gözetmeksizin, kıdeme bakmaksızın tüm dünyaya emek gücünü en ucuza satan işçi sınıflarından biri yapıyor. İşte şişirilmiş ekonomik büyüme rakamlarının dayandığı gerçeklik bu: Emek gücümüz bu kadar ucuz olduğu için yüz milyar dolarlı ihracat rekorları açıklanabiliyor. Böylece, özünde birbirinin karşıtı olan iki rekor, “ihracat rekoru” ile “asgari ücret artış rekoru” aynı anda kırılmış oluyor.

ZAM: BİR HAYATTA KALMA MESELESİ

Emek gücünün fiyatını artırarak değerini düşürmek, kapitalist düzenin sihirbazlığı. Bu çelişkiyi hemen fark edecek kadar geçim zorluğuna şerbetli olan da var. “Reis yine yüzümüzü güldürdü” diyen de. Ama bu çelişki tüm sevinçleri kursağa çekiyor, orada tutsak ediyor. Döviz ya da çeyrek altın cinsinden her gün eriyen karşılığı bir yana, alınan ücret giderek daha az mal ve hizmetle değiş tokuş edilebiliyor. Enerjiye gelen zamlar, başta gıda olmak üzere tüm tüketim maddelerini ateşliyor. Bir memleket düşünün ki tüm emekçilerin zihni hesap makinesine dönmüş, tüm işçileri ekonomist olmuş, milyonlarca kadın tasarruf uzmanı. Ama kışlık konserve kurmak, yazdan sebze kurutmak, çorabın söküklerini dikip pantolona yama yapmak gibi kadınların hane içi karşılıksız emeğine dayanan geleneksel geçim yöntemlerinin pansuman olması mümkün değil. Yoksullaşma hızı çok yüksek.

Bakliyat, makarna, patates zamdan azade değil; et protein şöyle dursun, karbonhidrat bile alım gücünü zorluyor. 10 kilo Afyon patatesi alabilmek için en az 4 saat çalışmak gerekiyor. O da bu yazının yazıldığı günün patates kuruyla. O 4 saatte dökülen ter, ağrıyan bel, yıpranan cilt, çürüyen diş, yaşlanan beyin... İşte iliklere kadar yaşanan gerçeklik! Elle tutulur, gözle görülür, acısı hissedilir. Bunca emek karşısında sermaye ise hiç olmadığı kadar muhayyel: Faiz, kur, teşvik, kredi, borç, spekülasyon, kripto para formunda... Mal ya da hizmet cinsinden, elle tutulur gözle görülür meta karşılığı olması mümkün olmayan koca koca kurgusal sayısal değerler. Ücretli emek ile sermaye arasındaki bu çelişkinin yüksek enflasyon şeklinde hissedildiği bir döneminden geçiyoruz. Enflasyonun hızı, bandın hızıyla yarışıyor. Paranın değeri düşüyor, metaların fiyatları yükseliyor, emek 10 kilo patates alabilmek için daha çok acı çekiyor. Geçim gündelik, sağlıklı olmak lüks; yaşamıyoruz, hayatta kalabiliyoruz. İşte tam da bu yüzden enerjiye ve tüketim maddelerine yapılan zamların geri alınması, ama bununla birlikte tüm ücretlere ek zam yapılması artık bir hayatta kalma meselesi.

YUMURTAYA ENFLASYON VEREN TEK ADAM YÖNETİMİ

İkilem basit: Sürünerek hayatta kalmak mı, insanca yaşamak mı? İlk seçenek her gün daha fazla yoksulluğa ve giderek açlığa adapte olma kabiliyeti gerektiriyor. Ancak sermayenin bizden çaldığı her şeyi daha çok emek harcayarak yerine koymanın, yoksullaşmayı telafi etmenin, fazla mesaiye kalmanın bir sınırı var. İnsan bedeni bu. Su içmek, yemek yemek, barınmak, giyinmek ve bir de dinlenmek istiyor. İnsan bedeni, insan gibi yaşamak istiyor. Yani aslında ortada bir ikilem yok, tek bir seçenek var: insanca yaşamak.

Bunun önündeki engelleri kaldırmak, yapılması gereken bu. Bir kere işçi sınıfının örgütlü gücüyle sınırlandırılmamış, dizginsiz bir sömürü var. Öyle ki, bugün yaşadığımız zam tsunamisi ve bu sağanak karşısında ücretlerin erimesi, pandemi tedbirleri adı altında İşsizlik Fonu’nun yağmalanmasını engelleyememenin, işsizlik korkusuyla ücretsiz izin ödeneğine, kısa çalışma ödeneğine gereken direnci gösterememenin bir sonucu. Ürettiğimiz tüm değerlere yatırım ve istihdam teşviki, vergi indirimi, geçiş garantisi ve döviz spekülasyonuyla el koyan tekelci kapitalistler var. Bu birikimi emekçiden alıp onlara aktaran bir devlet, yumurtaya enflasyon veren bir Tek Adam yönetimi var.


RAKAMLARA KILIÇ SALLAYAN MİLLET İTTİFAKI

Bunlar aşikâr olanlar. Oysa ‘kendiliğindencilik’ insanca yaşamanın önündeki en sinsi tuzak. “Erdoğan gidecek, dertler bitecek” vaadiyle tüm irademizi sandığa atılmış tek bir oyla sınırlandırmaya çağıran, seçime kadar uslu uslu durup sabretmemizi salık veren, bizi siyasetten uzaklaştıran bir siyasi seçenek. Emekçinin varını yoğunu, kadınların eşitlik özlemini, gençlerin gelecek hayallerini tek bir kupona yatırmalarını isteyen bir Millet İttifakı. İşçinin grev hakkını, öğrencinin boykot hakkını, kadının örgütlenme ve protesto hakkını kullanmasını teşvik etmek bir yana önemsizleştiren, tepkiyi uyuşturan bir muhalefet, yeldeğirmenine dönmüş yalan rakamlarla Don Kişot misali kavga ediyor, oyalanıyor ve oyalıyor. Velev ki TÜİK dürüst davranıp dese ki enflasyon yüzde 80, siyaseten anında boşa düşecek. Enflasyon rakamlarını çarpıtan TÜİK’in kapısına dayanan Kemal Kılıçdaroğlu, partisinin iktidarda olduğu belediyelerde, mesela işçileri grevdeki Bakırköy Belediyesi’nde sefalet ücreti dayatmasına son vermek için adeta işçilerin oylarını peşinen rehin istiyor.

Tek Adam kurumlarına hakikati söyletmenin ‘kendiliğinden’ bir etki doğuracağı bir aşamada değiliz. AK Parti ve Erdoğan, 2015 yılından bu yana memleketi mütemadi bir düşük yoğunluklu seçim atmosferinde tutup en kazanabilir olduğunu ölçtüğü anlarda seçime gitti. Zira kan kaybetse de hâlâ seçimle kazanma kapasitesine güveniyordu. Bugünün ekonomik istikrarsızlığı bu kapasiteyi ölçmeyi zorlaştırdıkça hazırda tutulan baskı ve şiddet aygıtları güçlendiriliyor. Kötülük çoğu zaman alenen yapılmaz. Ama ayan beyan yapıldığında kötülüğün meşruiyet kazanarak norm olduğu yeni bir aşamaya geçilir. AK Parti bu aşamaya hazırlanırken, toplumun bu kötülüğü engelleyici gücünü seçime tahvil ederek uyuşturan Millet İttifakı o güne gelinirse/gelindiğinde ne yapacak? Belli ki gidilip bir TÜSİAD kapısı çalınacak; sitemler edilecek, temenniler dillendirilecek.

ARTIK BİRAZ DA MÜCADELE KONUŞALIM

Oysa bu soru dil bilgisel olarak gelecek zaman kipinde sorulsa da anlamı şimdiki zamanda. Evet, yoksulluk, baskı, şiddet, açlık tehlikesi, geleceksizlik, kaygı, depresyon. Ben bir tane daha söylerim, siz bin tanesini eklersiniz. Sorunların emekçiler tarafından önceliklendirilemediği bir dönem yaşıyoruz. “Hangi birini çözmek için adım atmalı?” sorusunun kolay bir cevabı yok gibi görünüyor. Su bulanık, hava puslu gibi geliyor. Cevap kolay değil belki ama çok da karmaşık değil. İşçi, memur, doktor, avukat, sanatçı, öğrenci; bu yazıyı kim okuyorsa... Mücadele dediğin o kadar da metafizik, o kadar da uhrevi bir şey değil. Uzak bir ihtimal hiç değil.

Pandemide ölümüne çalıştırılan işçiler, ücret karşısında “ölümüne çalışma”yı meşrulaştıran, işçilere kulak tıkayıp patronları “sosyal ortak” olarak gören sendika ağalarını zorlayıp TİS taslaklarını yenilemeyi başardıkça...

Salgında en büyük bedeli ödeyen sağlık emekçileri, sağcı-solcu yapay ayrımlarıyla biriken tepkiyi bölen sendika merkezlerini hastane nöbetlerinde birleşmeye zorladıkça...

Memurlar, en ilerici örgütlerini TÜİK önünde “Rakamlar yalan, yoksulluk gerçek” şeklindeki çok haklı sloganın ötesine geçip tüm kamusal işyerlerinde güç biriktirmek için ilerlettikçe...

Akademisyenler, atanmış rektörlere karşı sadece kendi okulu için değil, tek bir üniversitede değil, demokrasi mücadelesini tüm üniversitelerden tüm memlekete genişletmeye meylettikçe...

İnşaat bolluğu içinde barınamayan üniversiteliler, açlıkla sınanan müzisyenler, sahnesini kapatan tiyatrocular grev çadırlarını ziyaret ettikçe...

Biz; kolluk-yargı-sosyal hizmet desteğinden yoksun bırakılarak ölümüne eve kapatılan kadınlar, komşu kapısını bu sefer önce hanedeki, sonra semtteki ve giderek tüm memleketteki şiddet cenderesini kırmak için çaldıkça, kadın grupları kurup derneklerde örgütlendikçe...

Mücadele dediğinin ne kadar yakın bir ihtimal olduğunu göreceğiz. İşte o zaman ölümcül bir Tek Adam iktidarı ile sıtmadan hallice bir burjuva muhalefet arasında sıkışıp kalmadığımıza ikna olacağız. “İnsanca yaşamak” ne demek? Nasıl ve neyle mümkün? Hangi araçlarla, hangi yöntemlerle kazanılabilir? Bu soruları birlikte sorup ortak cevap verenlerin hep beraber değiştirmek üzere harekete geçmesinin, ne zaman önümüze konacağını dahi kontrol edemediğimiz bir sandığa zarf atıp hayatımızın değişmesini beklemekten daha gerçekçi ve hatta daha mümkün olduğunu görmemiz ve göstermemiz gerekiyor.

Yüzdeler, milyarlar, kurlar; bir yerde bahsi geçen nicelikler bu denli arttıysa demek ki orada bir niteliksel dönüşüm meselesi var. Ya olanak halinde ya da olmakta, oluş halinde. Yani oluyor olmakta olan... Mücadeleye devam!

Fotoğraflar: Ekmek ve Gül

İlgili haberler
Haydi fırtınanın en önüne

Bu ay ülkenin dört bir yanında ve her alanda haklarımızı savunmak ve daha fazlasını talep etmek için...

İşçi Semra’nın sorgulamaları: Yarı aç yarı tok, ne...

Metal işçisi Semra’nın evinde soba tütmüyor, evi de iş yeri de ısınmıyor… İzin yapmak, dinlenebilmek...

İMES’te kadın işçi olmak: Taciz, fazla mesai, düşü...

İMES’te çalışan kadın işçiler kötü çalışma koşullarının yanı sıra tacizden de bıkmış durumda. Tüm zo...