Türkiye Cumhuriyeti kurulalı 100 yıl oldu. Bu bir asırlık süreçte hiçbir hükümet, iktidardaki hiçbir parti AKP kadar kadınlara çocuk doğurma, gençlere evlenme çağrısı yapmamıştır. Özellikle son 10 yıldır daha da artan bu baskı hem bir geleneksel aile tarifi hem de “güçlü nüfus” söylemleriyle birlikte yürüdü. Öyle ki güçlü bir toplum olma güçlü aileler kurma ön şartına bağlandı, “genç ve dinamik nüfus yapısının korunması” da milletin bekasının bir gereği olarak sürekli dikte edilir oldu.
Kadınlar, bu buyurganlığı “En az 3-5 çocuk doğurun”, “Anne olmayan kadın yarım kadındır” gibi söylemlere maruz bırakılarak yaşadı. Kız çocukları da cinsel rıza ve evlilik yaşının düşürülmesi tehlikesi altında kalarak. Yoksullaştırılmış ve daha hayata atılmadan borçlandırılmış gençlere evlilik kredileri, istenilen yaş aralığında evlenildiğinde borçların silinmesi, çeyiz kredisi gibi teşvikler sunuldu. Tüm dünyada evrensel bir hak olarak kabul gören üreme hakları ve doğum kontrol yöntemleri “millete yapılan bir zulüm” olarak tanımlandı.
Aile kurmaya, çocuk doğurmak suretiyle nüfusu genç ve dinamik tutmaya yönelik sürdürülen bu ısrarlı politika son 10 yılın ekonomik metinlerine de yansıdı. 2014-2018 yıllarını kapsayan Onuncu Kalkınma Planında, “Türkiye 2030 yılına kadar iş gücü potansiyeli açısından demografik fırsat penceresinden yararlanabilecek ender ülkeler arasındadır” deniliyordu. 2019-2023 yıllarını kapsayan 11. Kalkınma Planı’nda yaşlanan nüfusun risklerine dikkat çekiliyor ve pencerenin hâlâ açık olduğu vurgulanarak genç ve dinamik nüfus yapısının korunması temel bir hedef olarak belirleniyordu. AKP’nin “Türkiye Yüzyılı” başlığıyla yayımladığı 2023 seçim beyannamesinde ise dünya ile rekabet edebilmek için genç ve dinamik nüfus yapısının korunması gerektiği vurgulanıyordu.
Peki tüm bu aile ve nüfus politikalarını sadece AKP’nin İslami-muhafazakâr bir parti olmasıyla mı açıklamak gerekir? Şüphesiz ki bu meselenin bir yüzü. Tayyip Erdoğan, 1995 yılında parti üyelerine “Çok çocuk yapın, en az 4 çocuğunuz olsun. Nüfusu azaltmak için çalışanlar, Batı özentisi içindeki taklitçiler (aile planlamacıları) var. Artan nüfus yeryüzünde hakkı hâkim kılmanın saadeti ve gücüdür” diye seslenen Refah Partisi Genel Başkanı Necmettin Erbakan’la aynı siyasi ağızdan konuşuyor. Ama aynı telaşla ve ısrarla değil. Bu dönemin özgünlüğünü ülkenin geçirdiği demografik dönüşümde aramak gerekiyor.
DEMOGRAFİ NEDİR? NÜFUS NİYE BU KADAR ÖNEMLİDİR?
Demografi nedir sorusuna yanıt verecek olursak, bir toplumda yaşayan insanların özelliklerinin çalışılıp bilimsel bir şekilde sunulması, kabaca nüfus bilimidir. Biz bu sözcüğü son yıllarda daha sık duyar olduk. Özellikle de ülkedeki göçmen nüfusun artmasıyla birlikte göçmen karşıtlarının ağzından demografik yapının bozulacağı, böyle giderse ülkenin demografik bir felakete sürükleneceği gibi ırkçı söylemlerin bir parçası olarak duyuyoruz. Oysaki toplumların demografik yapıları göç olsun olmasın sürekli bir dönüşüm geçirir.
Her bireyin değerli görüldüğü, insanca yaşamanın bir ilke olarak benimsendiği ideal bir toplumda; bu bilim, nüfusun yaş ve cinsiyet dağılımını ortaya koyarak gıda, sağlık, barınma, eğitim ve kültürel ihtiyaçlarını isabetli bir şekilde gidermek üzere kullanılabilir, istihdam bu ihtiyaçlara göre düzenlenebilir. Ama nüfusun sadece kâr ürettiği kadar değerli görüldüğü bir toplumda nüfusun gerçek anlamı iş gücüdür. O nedenledir ki “demografik fırsat” dedikleri şey, aslında çalışabilir yaştaki ve kudretteki insanların toplam nüfus içerisindeki oranının hâlâ yüksek olduğu bir döneme tekabül eder.
TÜRKİYE’NİN DEMOGRAFİK DÖNÜŞÜMÜ
Ne var ki bu fırsat dönemi, yani nüfusun büyük bir kısmının çalışabilir yaşta ve üretken olduğu dönem kalıcı değildir. Toplumlar da insanlara benzer bir şekilde, çocukluk, gençlik, yetişkinlik ve yaşlılık gibi dönemlerden geçer. Yani demografik bir dönüşüm geçirir. Bu aşamalar boyunca nüfus farklı hızlarda da olsa artmaya devam eder, daha sonra durağanlaşır ve nüfus yaşlandığında artık azalma başlar.
Dönüşümün başlangıcında -diyelim ki çocukluk aşamasında- çocuk doğurma hızı ve sayısı çok yüksektir. Örneğin, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulduğu ilk yıllarda kadın başına ortalama doğum sayısı 6-7’dir -ki bu oran kırsalda 10’un üzerine çıkıyordu. Ama her doğan nüfus hanesine +1 olarak yazılamıyordu. Çünkü doğan her 3 bebekten en az 1’i ölüyordu. Eğer bir bebek 5 yaşını görebilecek kadar yaşamayı başarmışsa onun 30’lu yaşlarında ölmesi normal bir ömür demekti. Yani ortalama yaşam beklentisi 35-40 aralığındaydı. Bebek ölüm hızı çok yüksekti, hatta benzer coğrafi ve sosyo-ekonomik özellikler taşıyan ülkelere göre Türkiye’de bebeklerin ölüm hızı iki kat fazlaydı. Nüfusun artması ve yenilenmesi için, kadınların doğurma oranının yüksek tutulması, bebek-çocuk ölüm oranlarının azaltılması gerekiyordu. Bu, aynı zamanda ortalama yaşam beklentisinin, yani ömür dediğimiz sürenin de uzaması anlamına geliyordu. Kürtajın “Türklüğe ihanet” olarak görüldüğü bu dönemde, kamu hastanelerinin kurulmasının da etkisiyle ölüm oranları ve hızı azaldı, nüfus artış hızı yükseldi.
1950’li yıllara gelindiğinde 1923’te 13,6 milyon olan ülke nüfusu iki katına çıkmıştı. Ortalama ömürse 45-50 yaş aralığına yükselmişti. 1950’li ve 1960’lı yıllar, ülke tarihinde nüfusun en hızlı arttığı yıllardır. Bu hız, bir daha hiç yaşanmamıştır ve yaşanmayacaktır. Kadın başına düşen doğum sayısının ortalama 5’e düşmesine rağmen nüfusun artmasının sebebi ölüm hızının düşmesi, özellikle bebek ölümlerinin azalmasıdır. Toplam nüfus içerisinde çocuk ve genç oranının en yüksek olduğu dönem bu dönemdir.
Kamu fabrikalarının, sağlık ve eğitim gibi hizmetlerin kademeli olarak özelleştirilmesi anlamına gelen neoliberal politikaların askeri bir darbeyle devreye sokulmaya başlandığı 1980’li yıllar devletin ve büyük sanayinin “2 çocuklu aile modeli”ni teşvik ettiği yıllardı. Buna bağlı olarak, kürtaj da dahil doğum kontrolü ilk kez yasal bir hak olarak ele alındı. Bunun bir yanı Kürt illerindeki nüfusun azaltılarak kontrol altında tutulmasıysa diğer yanı da büyük sanayi sermayesinin nitelikli iş gücü istihdamını artırma ihtiyacıdır. Zaten tarıma dayalı üretim payının azalması, sanayi kentlerinde yoğunlaşmaya başlayan nüfusun çocuk yapma eğiliminin de zayıflamasıyla aileler daha az çocuk yapmayı tercih ediyordu. 80’lerin başında kadın başına düşen doğum sayısı 4 iken, 1990’lı yıllar boyunca bu oran 2-2,5 çocuk bandına kadar gerilemiştir. Bu dönem, toplam nüfus içerisinde çocukların (0-14 yaş) oranının istikrarlı bir şekilde azalmaya başladığı, yetişkin oranının artmaya başladığı dönemdir.
Tüm bunlar nüfusun azalması demek değil. Zira 1980 ila 2020 arası nüfus, 44 milyondan 84 milyona çıkarak, neredeyse iki kat artmıştır. AKP’nin iktidara geldiği 2002 yılında ülke nüfusu ise 67,8 milyondur. Peki, kadın başına doğum oranı artmaksızın nüfus artışı devam ediyorsa neden çok çocuk doğurun deniyor?
AKP’NİN ‘ÇOCUK SEVGİSİ’
Sorunun cevabı nüfusun niceliğinde değil, niteliğindedir. AKP’nin iktidara geldiği 2000’li yıllar, çalışabilir yaştaki nüfusun cumhuriyet tarihinin en yüksek seviyesinde olduğu yıllardı. Toplumun neredeyse yüzde 70’i resmi çalışabilir yaş aralığı olan 15-64 yaş aralığında, çoğunluğu da 20’li yaşlardaydı. Ucuz emek olarak pazarlanmaya müsait olan bu nüfus yapısı, yabancı sermaye teşviklerini de anlamlı kılıyor. AKP programlarına “demografik fırsat penceresi” olarak yansıyan işte budur. Ancak aynı nüfus yapısı, çocuk oranının hızla düştüğü, dolayısıyla ileriki dönemlerde çalışabilir nüfus oranının da daha hızlı düşüş yaşayacağı, yaşlı nüfus oranının da daha hızlı artacağı anlamına geliyor. Yani Türkiye nüfusu yaşlanıyor. Bu durum istatistiklere de yansıyor.
Kadın başına düşen doğum oranıysa 2020’li yıllarda kritik seviye olan 2 çocuğun altına düştü. 2022 yılı verilerine göre doğum yapılabilecek aralık olarak tanımlanan 15-49 yaş aralığındaki doğurganlık hızı 1.62’ye kadar geriledi. 2001-2022 yılları arasında, bin nüfus başına düşen canlı doğum oranı neredeyse yarı yarıya düşmüş durumda. 2001’de kadınların ortalama doğum yapma aralığı 20-24 yaşken, artık 25-29 yaş aralığında. Benzer bir şekilde, adölesan, yani ergen yaşta doğum yapma hızı 2001’de binde 49 iken, bu oran 2021’de binde 12’ye kadar düştü. Sanayi kentlerindeyse tüm bu oranlar ülke ortalamasının altında seyrediyor. AKP’nin iktidara geldiği yıllarda ortalama ilk evlenme yaşı 19-20 civarındayken bugün 20’nin üzerinde ve sürekli yükseliyor.
Kısacası genel ortalamaya baktığımızda, sadece AKP’li yıllardaki dönüşüm bile önemli bir eğilimi gösteriyor: Kadınlar daha geç yaşta evleniyor, daha geç yaşta daha az çocuk yapıyor. Ucuz emeğe dayalı çalışma rejimini tehdit altında gören AKP’nin tüm hamleleri de bu eğilimleri tersine çevirmeye yönelik. Erken yaşta, hatta çocuk yaşta evlilik hem kamu politikalarıyla hem de cemaat ve tarikat yapıları eliyle teşvik ediliyor. “Ne kadar erken evlenirse o kadar çok çocuk yapabilir” mantığıyla, kadınlara ve kız çocuklarına “en az 3-5 çocuk” doğurmak dikte ediliyor. Kürtaj başta olmak üzere tüm üreme hakları fiilen ortadan kaldırılıyor.
Hesap belli; bir işçi ailesinin sadece kendi üyelerinin, yani anne babanın yerine geçecek kadar işçi üretmesi Türkiye gibi bağımlı kapitalist ülkeler açısından kabul edilebilir değil. Her anne, en az 3-5 çocuk doğurmalı, böylece çalışabilir yaştaki nüfusu büyütmeli ya da korumalı. En önemlisi de bunun sürekliliği sağlanmalı. AKP’nin çocuk sevgisinin peçesi altında yatan ucuz emeğe duyulan vahşi açlık. Bu açlığı doyurma misyonunu da kadınlara ve kız çocuklarına yüklenen bir yük!
Görsel: Evrensel
DÜNYA NÜFUSU
Sanayi kapitalizminin doğuşu bu dönüşümü muazzam ölçüde hızlandırır. Üretimin zanaat tipi değil de modern makinelerle yapılmaya başlanmasıyla kitlesel üretim başlar ve bu da nüfusun artmasına neden olur. Dünya nüfusunun on iki bin yıl önce 4 milyon olduğu tahmin ediliyordu; yani sadece bugünün İzmir’indeki kadar insan tüm dünyaya yayılmıştı. 1800’lü yılların başlangıcında ise dünya nüfusu 1 milyardı, bugün 8 milyarın üzerine çıktı. Yani son iki yüzyılda on iki bin yılda arttığından 7-8 kat fazla arttı. Bu nüfus artışı her ülkede farklı dönemlerde, farklı oran ve hızda yaşandı, yaşanıyor. Örneğin, sanayi kapitalizminin doğduğu Avrupa ülkelerinde dönüşüm 1800’lü yılların başında başladı ve pek çoğunda döngü tamamlandı. Bu yüzden pek çok Avrupa ülkesi “yaşlı nüfus” kategorisinde.
BAĞIMLI NÜFUS: ÇOCUKLUK VE EMEKLİLİK
Nüfus içerisinde çocuk ve gençlerin oranı azalma, 65 yaş üstü bireylerin oranıysa yükselme eğilimi gösteriyor. Bu durum, bakıma muhtaç ve dolayısıyla 15-64 yaş aralığına bağımlı nüfus oranının artması ve daha da artacağı anlamına geliyor. Bir senaryoya göre 2050, başka bir senaryoya göre 2060 yılına gelindiğinde 65 yaş üstü nüfusun toplam nüfusa oranı kritik eşik olan yüzde 15’e yükselecek. Önce nüfus artışı duracak, sonra da azalmaya başlayacak. Halihazırda bu eğilimler gösteriyor ki, bağımlı nüfus (çocuklar ve yaşlılar) artış hızı yükseliyor. Çalışmayan bu nüfusun kapitalist devlet için bir getirisi yok, masrafı çok. Bu nedenle yaşlanan ya da artık yaşlı kabul edilen tüm ülkelerde görüldüğü gibi, Türkiye’de de emeklilik yaşı yükseltilmeye çalışılıyor, emekli aylıkları düşük tutuluyor, bireysel emeklilik gibi özel sektöre kâr olarak tahvil edilecek çözümler devreye sokuluyor, emeklilik yaşında olduğu halde yoksulluk yüzünden çalışmak zorunda kalanların kayıt dışı çalışmasına göz yumuluyor. Kamuya ait eğitim, sağlık ve bakım hizmetlerinin özelleştirildiği bir ülkede, bu bakım yükü hane içinde kadınların üstüne yıkılmaya çalışılırken, ideolojik olarak da “geniş aileyle bütünleşik çekirdek aile” modeli yaygınlaştırılmaya çalışıyor.
Ana görsel: DHA (Arşiv)
İlgili haberler
‘Aile’nin peçesi yırtılıyor’
‘Aile ne idi?’ Aile, kadını sömüren; emek gücünü karşılıksız bırakan; ruhunu, bedenini baskı altında...
Aile nasıl kutsal oldu?
Kadınlık, annelik, aile… Hep mi böyleydi? Anneler gününe özel bir sorumuz olsun bu soru. Cevabını da...
Diyanet, eşcinsellik, darbe, aile vd...
Yükselen kadın düşmanı, homofobik, ırkçı ve sermaye dostu hareket, ‘aileyi ve çocukları dinsizliğe,...
- EN SON
- ÇOK OKUNAN
- ÖNERİLEN
Editörden
Bültenimize abone olun!
E-posta listesine kayıt oldunuz.