Üç ırmağın anası Uzunyayla’dan doğup, güneye Seyhan’a koşan bir deli ırmaktı Zamantı. Baharda kabardığında, köpürür, fır dönüp yarları burgu gibi oyar göçürür, zapt ettiği bölgede, kanatları suyu yalayıp geçen kelebeklerin uçuştuğu köpüklü çevringeçler oluştururdu. Sonra ansızın soluklanmaya durup çağıllara uysalca uzanırken, göz göze geldiği güneş, kucağından dökülenleri gümüşlendirirdi. Üzerinden eksilmeyen buharı, iki kıyısına serilmiş altın kadar kıymetli çayırları, kenarlardan aşağı sarkıp saçlarını suya dökmüş salkım söğütleriyle, etrafındaki yoksul köylerin, paylaşım, ayrılık, başlangıç noktası, yol çizgisi, türkülerinin ilham kaynağı, can alan can vereni, sırdaşı, dostu, düşmanı, gölgeliği, daha pek çok şeyiydi.
Mayıs mayıs bir sıcakta, duman duman bir telaşla akıp giderken, ansızın sıçrayıverdi kucağına düşenlerle. Taş, toprak olsa aldırmaz, böyle boş bulunmazdı. Eyvah, dedi titreyerek. Göğsünden fışkıran bahar coşkusuna gem vurup, derin bir nefes alırken, düşenleri can havliyle yüzeye kaldırdı. Kanatlarında taşımak istedi ama bir dönemeci aşarken istemsiz kıvrılınca, yükü ikiye bölündü. Bir parçası battı gitti derinlere. Bir bebek bir de kırmızı yemeni kaldı elinde avucunda. Çaresizlikle dişlerini sıktı ırmak, sonra silkinip geldi kendine; şimdi ne hayıflanmak, ne yarları göçürmek, ne söğüt saçı yolmak zamanıydı. Elinde kalanları sarıp sarmaladıktan sonra, hızlıdan hızlı, uzdan uz yerine ulaştırmalıydı. Kıyısının her bir santimini aklından geçirip, karar verdi menziline. Biraz gidip tez durakladı. Bir dua mırıldanarak umutla Büyük Çağıl’a bıraktı iki emaneti. Büyük Çağıl yöredeki en geniş çağıl; koyunun, sığırın sineklendiği, harlı atların su içip dinlendiği, çocukların oynadığı, kenarında ateş yakılıp kazanlarda bulgur kaynatılan, bitiminde dikilip duran tahta köprüyle ırmağın en canlı kıyısı…
Sultan; ırmak kıyısındaki Avşar köylerinden birinde, Musa’nın ikinci karısından olma tek çocuğuydu. Anası Selver de, yakındaki bir Çerkez köyünden varlıklı bir ailenin, güngörmüş güzel kızlarının en büyüğü. Selver’in, etrafında dolaşıp duran Musa’nın küheylan üzerindeki çalımına sevdalanıp, terkisine atladığı söylenir. Kızcağız, küheylandan yere inip gerçek Musa’yı anladığında, geri dönmek için ne yazık ki çok geçti. Kaderine boyun eğip Sultanı doğurduktan üç yıl sonra, çocuğun gözleri önünde kocasından karnına yediği tekmelerin ardından çok yaşamadı. Nedeni bilinmeyen, çaresi de aranmayan bir dertten genç yaşta göçüp gittiği kayıt düşüldü yörenin hafızasına. Çok geçmeden eve, herkesin Hürü Bacı diye çağırdığı, kucağında bir erkek çocukla bir kadın geldi; Musa’nın üçüncü karısı… Hürü, huysuzlukta, sevgisizlikte kocasını yarı yolda bırakacak kadar ileri, geçimsiz, yüreği kendi çocuğuna bile çarpmaktan aciz bir kadın. “Üvey” adına uygun bir ana oldu evdeki çocuklara. Göğ gözlü bu, dedi Sultan’a, uğursuz, uğursuz bakıyor. Kızı, evin arkadaki ahıra bitişik kapkaranlık odasında, gün boyu bir mitilinin üzerinde, elinde bir dürüm ekmek, yapayalnız oturtur, çağrılmadıkça kımıldamasına izin vermezdi. Bu ahır kokan karanlık odada, Sultan’ın burnuyla koku alma, gözleriyle görme yeteneği gide gide körleşti. Kulaklarıyla hem kokladı hem gördü; duyduklarından oluşan bir dünya yarattı belleğinde. Yıllar geçtikçe oturduğu yerde, tavuktan boğaya, evdekilerden komşulara canlıların nefes alışlarını, sineklerden pirelere tüm haşeratın kanat seslerini bile algılamaya, kendince yorumlamaya başladı. Kışları şöyle böyleydi de, bahar gelip ırmağın coşmasıyla birlikte, duyduğu sesler çoğalır, dayanılmaz hale gelir, onları alacakaranlık dünyasında nereye sığdıracağını, dört bir yanından kulağına akan bu cümbüşle nasıl baş edeceğini bilemezdi.
Köyde hayat zor, horanta kalabalıktı. Verimsiz toprak, cahillik ve imkânsızlığın pençesindeki insanların iliğini kemiğini sömürür yine de yüzlerine gülmezdi. Karın doyurmak en öncelikli sorun; sevgi sahipsiz, ilgi sabırsız, vicdan ise -varsa eğer- Allah korkusundandı. Ne ailesinin ne de başkalarının, Sultan’ın derdine bir çare arayacak hali yoktu.
İşte böyle büyüdü Sultan, buna büyümek denebilirse… Yaradan’ın işine garışılmaz, dedi köyün yaşlıları, üvey ana elinde ezildi, ahırdaki malla bir tutuldu, başına cinler üşüştü amma Deli Sultan bile ergen şimdi.
Boylu poslu, güçlü kuvvetli bir kız oldu Sultan. Dimdik omuzları, ince beli, iri göğüsleri köydeki erkeklerin iştahını kabartır ama korktukları için ona yaklaşmaya çekinirlerdi. Sevgi görmemişlik insanın ruhunu aç bırakmakla kalmaz, yüzüne, ille de gözüne yansır. Bilmezlerdi ki çekindikleri kızcağızın, karanlığa bakmaktan rengini yitirmiş, maviye çalan göz bebekleri, pırıltısız gri-beyaz akının ortasında her an kaçıp saklanmak ister gibi ürkekçe titreşmektedir.
Kulakları yükü taşıyamaz hale geldiğinde -köylünün tabiriyle; kulağını cinler ısırmaya başladığında- onları parmaklarıyla tıkayarak bağırmaya başlar, kızla beraber, ahırdaki hayvanlar, itler, bitler, pireler bile bağırır; yürek titreten bir kıyamet gürültüsü, yükselir, yükselir, köyün tepesine fes gibi oturan eğri kayalara çarpıp döner, sonra da köyün başına hışım gibi yağardı. Ne kadar kanıksansa da her seferinde insanı gafil avlayan bu haykırışlardan bezmiş olan köylüler, şimdi ırmağa koşar, orada sesi kesilir nasıl olsa, deyip kendilerini avuturlardı. Sultan çığlıklarla evden fırlar, yokuş aşağı koşar, ırmağa iner, etrafta bulduğu taşları, yarlardan kopardığı kocaman kesekleri, ırmağa kurban verircesine fırlatmaya başlar, bir süre sonra o mu yorulur su mu yorulur bilinmez ama duraklar, kıyıya diz çöküp gözleri kapalı parmakları kulaklarında öylece kalırdı. Ardından kimse gitmez, sadece yılgın gözlerle izlerler ve kızın sesi kesilince de, hiç bitmeyen işlerine kaldığı yerden devam ederlerdi. Ne zaman eve döndüğünü bilmezdi ev ahalisi. Ancak yaşadığı odadan gelen mırıltılardan orada olduğu anlaşılırdı. Musa’nın, Sultan’a acıdığından değil ama evdekilerin dırdırından kurtulmak için arada bir eve çağırdığı cinci hoca, su doldurduğu leğende gezinen ve kıza tebelleş olan cinlerin adını sayıp döker, dualar okuyup hepsini kovaladığını söyler ama aradan çok geçmeden, inatçı cinler geri dönüp çöreklenirdi kızın başına. Cinlerin onu rahat bıraktığı sayılı günlerde Sultan bir başka Sultan olur, üvey anasının buyurduğu işleri ya da ağabeylerinin emirlerini sessizce yapan itaatkâr bir köleye dönüşürdü.
Bağırarak ırmağa kaçtığı bir yaz günü Sultan eve dönmedi. Ancak ikinci gün fark etti evdekiler. Irmak kıyısı aranıp soruşturulunca kızın, yukarı köylerden gelip Çukurova’ya pamuk toplamaya giden ırgat kafilesinden Ali diye birinin peşine takılıp gittiği anlaşıldı. Kıyamet kopmadı, kimse de silahlanıp kafilenin ardına düşmedi. Sadece ağabeylerden biri, evin yaşlı atına atlayıp usulen yola düştü ve çok geçmeden de geri döndü. Ali için, kendi halinde, halim selim biri diyorlar, madem kaçırmış kızı, onun olsun, dedi Musa. Hem onlar hem de köylüler kurtulduklarına şükrettiler, geri dönmesin diye dua ettiler gizlemeksizin.
Çağıldaki bebeği önce, kara üzüm kadar kara dev sinekler gördü. Kimi gözlerini emmek için doluştular göz çukurlarına, kimi içine doluştu kocaman kulaklarının. En uyanıkları da inceden kanayan göbeğine üşüştü. Açmadı bebek gözlerini, ağlamadı da… Sinekler, başlayan ziyafetin heyecanıyla öyle kuvvetli vızıldadılar ki gürültüyü duyan irili ufaklı diğerleri de gelip, oğul verdiler başında.
Sinek vızıltısına, güneşin yaktığı eğri kayanın tepesinden gevrek, horultuya benzeyen bir ses daha karıştı. Büyük çağıla doğru oyuna koşan çocuklar bu sesle durakladılar. İçlerinden biri titreyerek sordu yanındakine;
Gaya gonuşur mu?
Gonuşur elbet, dedi diğeri, onu da Allah yaratmadı mı?
Bir şeye gızmış belli, çok öğkeli, ağam gibi.
Deminden beri heyecanla bağrışan iki kel akbaba kayalardan havalandı. Dönmeye başladılar tam bebeğin tepesinde. Sonra biri yakından görmek için hızla süzüldü aşağıya, bebeği rüzgârıyla yalayıp yükselirken, sinekler bir kanat çırpımı uzağa kaçıp, anında geri üşüştüler ziyafetin başına.
Geri döndü Sultan… Hasat mevsimi bitişinde, pamuktan kazandıkları paralarla donanıp çullanan ve Zamantı’yı takip ederek köylerine dönmekte olan kafilenin içinde, başında al bir yazma, ayağında kahverengi yeni bir yemeni, üzerinde mavi bir fistan ve kırmızı yeleğiyle o da vardı. Kafileden bir kadın elinden tutup köyüne getirdi. Yüzüne, mavi gözüne can gelmiş temiz giysiler içindeki kızı, ilk görüşte kimse tanıyamadı, tanıdıklarında ise bet benizleri attı, omuzları çöktü, Allah bize iki aylık ırahatı çok gördü, dediler. Kadın, gocası Ali’nin Çukurağa’da az daha işi varmış, bana emanet etti, aha ben de emaneti size teslim ettim, köyüne dönerken sizden alacak, deyip bırakıp gitti Sultan’ı.
Aradan iki ay geçmiş, kış gelmiş, dağdan taştan el ayak çekilmiş insanlar evlere hapsolmuş, Zamantı bile durulup karların altından sakin akmaya başlamıştı. Sultan da sanki eski Sultan değildi; enikonu insan içine çıkar olmuştu. Ama üvey anası onu uğursuz bellemişti bir kere. Genişleyen kalçalarını, büyüyen memelerini ve şişen karnını ilk fark eden de o oldu. Fark eder etmez de, sırtına yumruğu indirdiği gibi iteledi ahırın yanındaki odaya. Nedir benim bu çilem? Kendi yetmiyormuş gibi bir de göğ gözlü dölü çıkacak başıma, diyordu. Kış boyunca yine eskisi gibi bu odada karanlığı dinleyip, Aliii, Aliii, diye inledi durdu Sultan. Musa, oğullarından birini Ali’nin köyüne gönderip, haber etsinler de, her neredeyse gelip guzlacı avradını alsın, dedi. Beklediler ama Ali’den bir ses çıkmadı. Baharla birlikte eski Sultan da geri geldi; yine çığlıklar atar, kulaklarını tıkayıp artık iyice büyümüş karnına aldırmadan deliler gibi ırmağa koşar, eline ne gelirse içine atardı ırmağın. İşte, çığlıklarına, doğum sancılarının da karıştığı bir Mayıs günü, ırmak kenarında kendi kendine doğurdu çocuğunu. Doğar doğmaz bağırmaya başladı koca kulaklı bebek. Sultan, bilemedi nasıl susturacağını, silkeledi, ağzını kapattı, kulaklarını parmaklarıyla tıkamaya çalıştı ama olmadı, daha çok bağırdı bebek.
Bir böyük guş çağıla indi, gahtı, vallaha bir şey var orda! dedi deminki çocuk. Bütün çocuklar koşuştular ve tepesinde akbabalar uçuşan, üzerine sinekler üşüşmüş bebeği gördüler. Göbeğinden akan kandan, büyük kulaklarından korktular; en cesuru bile dokunamadı, geri dönüp bağırarak köye doğru seyirttiler. Tam da o sırada Çukurova tarafından köye doğru gelen yorgun bir atlı, köprüden geçip, harlayan atını sulamak için çağıla yanaştı. Yerde yatan bebeği gördüğü anda, içine bir kuşku, ince bir sızı ardından da bir ateş düştü. Sürdü atını ırmağın akışının tersine, gözleri köpüren suya kilitlenmiş... Çevringece ulaştığında, yara takılmış sallanan kırmızı bir bez gördü. Tanıdı Sultana aldığı yemeniyi. İndi aldı takıldığı yerden, gömleğinin yeninden bağrına soktu. Başladığı yere geri döndü, bebeği yerden kucaklayıp köye doğru topukladı atını.
Hürü Bacı elleri kalçasına yapışık, belden yukarısını iki yana sallayarak, nefes nefese yokuşu tırmanırken, şirret sesinde, can alıcı bölümünü köyün meydanına sakladığı bir tekerleme alçalıp yükseliyordu;
Sultan ocağın yansın, Sultan ocağın yansın, Sultan…
Tekerleme meydanda, patlayarak son buldu; gomşulaaar, yetişin ocağı yanası Sultan bebesini doğurup ırmağa atmış!
Aradan günler, aylar, yıllar geçti, Sultan geri dönmedi. Kimi, kendini de ırmağa atmıştır, kimi başını alıp gitmiştir, dedi onun için. Zamantı ise, ağzını açıp sırrını vermedi kimseye. Hürü Bacı önce, içeriden sesler geldiğini söyleyerek kızın evdeki odasına giremez oldu. Korkudan mı, vicdan azabından mı yoksa Sultan’ın ahı tuttuğundan mı bilinmez, giderek aklını yitirdi. Musa dördüncü karısını almaya hazırlanırken, o elinde asasıyla yollara düştü. Karşılaştığı herkese, dağlara taşlara, kurtlara kuşlara, ırmağa sorardı;
Sultan’ı gören var mı?
25 Kasım 2011
Öykünün yazarı Ayla Şenel kimdir?
Kayseri doğumlu İktisat doktorudur. Ankara’da yaşamaktadır. 1981-2010 arasında, bankacılık sektöründe çalıştıktan sonra yolu UMAG’a düşmüş, oradaki değerli yazar ve eğitmenlerin teşvikiyle öykü yazmaya başlamıştır. 10 kadar öyküsü yarışmalardan ödül almıştır. Öyküler dışında dergi ve internet ortamında yayınlanmış söyleşi, kitap inceleme ve denemeleri mevcuttur. 2017 yılında, Yüksekten ve Paraşütsüz isimli bir mizahi öykü kitabı yayınlanmıştır.
İlgili haberler
GÜNÜN ÖYKÜSÜ: Issızda
‘Yıllardır iki kuruşu denkleyip bir araba almayı becereme, elinde ne varsa boşanmaya razı edeceğim d...
GÜNÜN ÖYKÜSÜ: Kevser’in kıllarla dansı
‘Babam bir hafta sonra gelebildi; uçak parasını denkleştirememiş. Kapıcının evinde yatıyordum. Yüzüm...
GÜNÜN ÖYKÜSÜ: Cüce!
Saklanmalı ya da yıkmalı, önce kendi içindeki sınırları. İşte, özgürlük ve hatta yaşamak, göze almak...
- EN SON
- ÇOK OKUNAN
- ÖNERİLEN
Editörden
Bültenimize abone olun!
E-posta listesine kayıt oldunuz.