Kevser Annemin kıllarla tuhaf bir ilişkisi vardı. Nedenini hiçbir zaman anlatmadı ama hem deli gibi sevip hem de nefret ediyordu onlardan. Otururken, yürürken, yemek pişirirken gözleri hep yerdeydi. Kıl gördüğü anda eğilip alır, uzaktan gözüne kestirdiklerini ise bana toplatırdı. Bulur getirir, eline verirdim. İki parmağıyla tutar, ışığa doğru kaldırır, avını kıstırmış bir yırtıcı misali parlayan gözlerini kısar, bir süre inceledikten sonra zafer kazanmışçasına gülümserdi. Bu gülümseme, analizin bittiği ve teşhisin yapıldığı anlamına gelirdi. Kılın ucunda beyaz bir kese varsa kökten kopmuş; yoksa kırılmış demekti. Siyahsa; boyalı mı doğal mı olduğunun tespiti gerekirdi. Doğal siyah, koyuluk derecesine göre Nedime ya da Gülfem Hanım’a; boyalı siyah Saadet Hanım’a, kızıla çalıyorsa Feryal Hanım’a, kumralsa Nermin’e ya da bana… Açık kumral onun saçıydı. Babamın küçük bir çember gibi kıvrılmış kılları, analiz gerektirmeden şıp diye anlaşılırdı. Annemi izleye izleye, bu işte ben de enikonu uzman olmuştum; sadece Nedime Hanım’la Saadet Hanım’ın siyahlarını ayırt etmekte zorlanıyordum. Kılın ucundaki minik beyaz keseyi parmağının arasında hışımla ezdikten sonra gözünü pençesinde sallanan kurbanından ayırmadan, götürüp tuvaletin deliğine atardı. Sifonu çektikten sonra kubura uzun uzun bakışı, bana onlardan zoraki ayrıldığını düşündürürdü. Hepsi bir yana, kök ezme işinden çok tiksinir, bakamazdım.
Annemin kıl analizleri kulaktan kulağa yayılıp adını deliye çıkartınca önce akrabalarımız sonra da komşularımız bizden uzaklaştı. Bir süre sonra da, kapıcı dışında kimse, gelmez, aramaz ve selâm vermez oldu.
Götürdüğüm her kılın bir ödülü olurdu, ya sırtım okşanır ya da popoma aferin şaplağı yerdim. Birlikte yaşadığımız kısa ömür, yerdeki solucanları didikleyen kuşlar misali eğilip kalkarak geçti diyebilirim. O da ben de, başı bağlı gezdiğimizden ve eve gelen giden de kalmadığından, tuvalet deliğini boylayan bu kıvrık, siyah baş belaları genelde babama ait olurdu. Tüm vücudunu, tepeden tırnağa istila etmişlerdi. İnanılmaz bir doğal zekâya, hareket kabiliyetine ve sonsuz yaşam enerjisine sahiptiler. Bir komando gibi sürünerek en dar yerlerden geçebiliyor, akabiliyor, yürüyebiliyor, uçabiliyor, tırmanabiliyor, halıların altına gizlenebiliyor, giysi ve yatak yorgana yapışıp, asalak yaşayabiliyorlardı.
Annem, babamın kökü gevşemiş kılları dökülsün diye, banyoda onu keseler, hatta arada bir soyundurup saç fırçasıyla tımar ederdi. Bu işin zamanlamasında tamamen önsezilerini kullanırdı. Öyle ki, kıllarının düşme zamanı geldiğini hisseder, elinde fırçayla babamın tepesine dikilirdi. Onca keseye ve tımara direnen kancalı kıllar, adamcağızın en ufak bir hareketiyle kopup, yatağa ve yerlere akmaya devam edince, sabrı tükenen annem, daha kökten tedbirler almak zorunda kaldı; tıraş…
Vücut tıraş etmek için kullanılan şarjlı makinelerden bir tane edinip, kılların boynunu bununla vurmaya başladı. Yere dökülen kılları dairesel el hareketleriyle okşar gibi toparlayıp yumak yapar, avucuna koyar, ışığa tutar, koklar ve tuvalete atıp sifonu çektikten sonra arkasından bakardı. Kazıma dediğimiz tıraş işleminin en büyük yararı; babamı, yaz kış içine girdiği, paçaları ve bilekleri lastikli torbadan kurtarmasıydı. Kıllar, dökülme kıvamına gelinceye kadar evde atletle ve hatta şortla dolaşabilme özgürlüğüne kavuştu. Bana ise seyirlik eğlence çıkmıştı. Kevser Annem genelde, salonun ortasında, yere kocaman bir örtü serer, tıraş makinesini kapar, kılları son bir kez parlayan gözlerle süzer, elini okşarcasına onların üzerinde gezdirerek adeta vedalaşır ve işe koyulurdu. Hiç itiraz etmezdi babam. Zaten o, hiçbir şeye itiraz etmez; kıllarının karısı tarafından, lastikli giysilerin içine hapsedilmekle kalmayıp, kesilip biçilmesini “İnşallah sünnetten sayılır” diyerek çaresiz bir tevekkülle karşılardı. İlk tıraş seansını hiç unutmam; annemin, kocaman bir kıl yumağının içinden bir insan yaratmasını büyük bir hayranlıkla izlemiştim. O ana kadar, evde, oradan oraya yuvarlanıp duran, torbalanmış yaratık, aslında ufak tefek, açık tenli bir adamdı. Sonrakiler o kadar şaşırtıcı olmasa da, izlemek yine de zevkliydi. İlk tıraştan elde ettiğimiz kıldan, minik bir hatıra minder bile yapmıştık. Kılların, kılıfı delip dışarı fırlama ihtimaline karşılık, dışına naylon torba geçirip dolaba kaldırdık.
Bir zaman sonra, makine, babamı kesse de annemi kesmez oldu. Yeterince derinden biçemediğinden şikâyetçiydi; jilete geçtik. Aynı tezgâhta, kılları kökünden kazınmaya başlayan babamın, bu denli beyazlaşabileceğini tasavvur bile edemezdim.
Tıraşlanma sırası annemin post dediği yere geldiğinde jilet kesmez olur, hayal kırıklığıyla bakmaya başlardı elindekine. Koşarak jilet paketinden yenisini getirirdim. İşlem bittiğinde, babamın vücudunda mutlaka birkaç kesik olur, sivilcelerinin başı kanardı. Kolonya sürerdik üzerine. O acıyla bağırır, ben gülmekle ağlamak arasında katılaşır, annemse histerik bir şekilde kolonyalı pamuğu vücuda sürtmeye devam ederdi.
Zamanla, jiletle kazımanın yan etkileri ortaya çıktı. Kıllar artık daha sık ve sert çıkıyor, gün aşırı işlemi tekrar etmek gerekiyor, üç, bazen dört jilet harcanıyordu. Bunun üzerine annem kılları ağdayla yolmaya kalktı ama babamın canı çok yanmış olmalı ki, fena bağırdı, inledi, komşulara rezil olacağız diye jilete mecburi dönüş yaptık.
Enseyi temizleme bahanesiyle zamanla kafasının ortasına doğru ilerlemişti annem. Bir adım sonra, saçlardan da kurtulacaktık. Tabii ki, babamı buna da ikna etmeyi başardı. Kafasını da kazıtan babam, kurtarabildiği tek kıllı bölgesine; yani bıyığına dört elle sarıldı. Onu, uzattıkça uzattı, kıvırdı, mumladı, parfüm sıktı, saatlerce aynada sağdan soldan bıyığını dikizleyip dururdu. Annem de bıyığa takmış vaziyetteydi ama onun derdi başkaydı. İyice uzadığı için yere döküldüğünü, hem de günah olduğunu iddia ediyor, yüzü tıraş ederken zorlandığından dem vuruyor, bıyığı uçurmayı kafasına koyduğu her halinden belli oluyordu.
Başardı da…
Bir gece, babam uyurken biçti onları.
Ancak, bu bize çok pahalıya mal oldu. O ana kadar annemin işkencelerine boynunu büküp katlanan babam, beklenmedik bir baş kaldırışla, ertesi gün tası tarağı toplayıp evi terk etti, Almanya’daki ağabeyinin yanına gitti. Vicdanlı adamdı; giderken kredi kartını bana verdi. Ancak, anneme sakın beni bulmaya çalışma, cep telefonumu da iptal ettim, demişti. Elime gizlice sıkıştırdığı küçük kâğıtta acil durumda arayabileceğim bir numara yazılıydı.
Ev bomboş kalmış gibiydi, ondan sonra, hiçbir meşgaleyle teselli olamadım. İlk birkaç gün buna hiç aldırmamış hatta kıllardan kurtulduğu için sevinmiş görünen annemin mutluluğu da kısa sürdü. Ne yapacağını bilmez halde yerde dört ayak gezmeye, halıların altında, koltukların aralarında, banyoda, akla gelebilecek her delikte babamdan kalmış olabilecek bir kıl zerresi aramaya başladı. Tahmin ettiğimden çok daha fazlasını buldu. Bu kez, hiçbirinin kökünü ezmedi, tuvalete de atmadı. Bir buzdolabı poşetine doldurup, komodinin üzerine; bibloların arasına yerleştirdi. Sabahtan akşama kadar yerde, dizlerini arkaya kırıp, iki elini göğsünde birleştirmiş, gözleri o torbaya dikilmiş duran; küskün, düşünceli, uykusuz bir kadına dönüştü. Gözleri kan çanağı gibiydi, yemeden içmeden kesilmişti.
Artık, o da ben de, evde başımızı bağlamaz; hatta saçlarımızı orta yerde tarar olmuştuk. Ama ne yaparsak yapalım, babamdan aldığımız verimi alamadık.
Bir gün okul dönüşü onu, tülbendini çıkarmış saçlarını tek tek yolarken yakaladığımda dehşetten küçük dilimi yutuyordum. Yalvarmalarım kâr etmedi, beni eliyle silkeledi, ittirdi ve işine devam etti. Önünde biriktirdiği saç tellerini, evde birbirinden uzak yerlere götürüp atıyor, eşyaların arasına sokuşturuyor ve yeniden başını öne eğip devam ediyordu. Annemin kendini yolunmuş bir tavuğa çevirişine daha fazla bakamazdım. Dışarı kaçıp bir köşede saatlerce ağladım. Sonra babamın verdiği numarayı aradım. Numara, Almanya’ya yanına gittiği amcamınmış. Hemen evi terk et arkadaşına git dedi ama kabul etmedim. Bana zarar vermez, dedim. Annemi bu halde, yüzüstü bırakamazdım. Akşam eve döndüğümde kafası kıpkırmızıydı. Yüzünde babamı tıraş ettikten sonra beliren ifadeden daha tatmin olmuş bir gülümseme vardı. Hemen yattı ve üç gün üç gece sürekli uyudu.
Uyandıktan sonra, sanki hiçbir şey olmamış gibi, her zaman yaptığımız kıl avcılığına döndük. Yolunmuş saçlar birer birer bulunup, dibindeki kesecikler eziliyor ve tuvaletin deliğini boyluyordu. Kevser Annem eski haline dönüşmüş, eğlencemize yeniden kavuşmuştuk. Popoma yediğim aferin şaplaklarının haddi hesabı yoktu. Alışveriş yapılmış, evde yemek bile yenmeye başlanmıştı
Heyhat!
Kılların hepsi bulunup imha edilince zor günler geri geldi. Annemin gözünü kısarak bana diktiğine, sonra düşüncelerini kovalamak ister gibi okuyup üflediğine şahit oluyordum. Korkudan, yeniden bağladım eşarbımı... Bir süre sonra, komodinin üzerinde babamdan yadigâr kılların bulunduğu torba ansızın ortadan kayboldu. Evi delik deşik ettim, tek bir tane bile kıl bulamadım. Yerlere atmamış ya da atıp bir günde hepsini avlamış ve imha etmiş olabilir miydi? Sorduğumda, hiçbir şey söylemeden ağladı, ağladı, yetmedi, üstünü başını paralamaya başladı. Üsteleyemedim. Bismillah çekip, bildiğim ne kadar dua varsa arka arkaya okuyup yüzüne üfledim.
Onu böyle mutsuz görmektense -aslında ikimizin de huzuru için- saçımdan onu oyalayacak sayıda birkaç tel feda etmeyi kafama koymuştum. Her gün ucundan biraz kesseydim daha uzun süre idare edebilirdik ama eşarbımın altına topuz yapmaya meraklıydım, ergen aklımla, saçımı kısaltmaya gönlüm bir türlü razı olmuyordu. Birkaç tel kopsa da nasılsa yerine yenisi gelirdi. Sabah okula gitmeden önce yolduğum bir tutamı, evde değişik yerlere serpiştirip gitmeye başladım. İşe yaramış görünüyordu, daha huzurlu bir hâli vardı. Tepemde zamanla oluşan boşlukları eşarbımla kapatabileceğim bir okula gidiyor olmamsa, Allahın bana bahşettiği bir lütuftu. Ancak, avcılıkta o kadar ileri gitmişti… Kıl devşirme işini çabucak bitirip sonrasında yine bunalıma girdiği her halinden anlaşılıyordu. Saçlarının bir an önce çıkıp imdadıma yetişmesini bekliyordum ama sanki onlar bile annemden korkmuştu, çıkmamakta direniyorlardı. Bu arada, kaşlarını yoldu ve bitirdi. Bir gün elinde cımbızla kirpiklerini koparıp ağzına attığına şahit olduğumda, başım döndü, midem bulandı, oracığa kustum. Bana vahşi bir parıltıyla bakan gözlerinin kenarı, içi kan dolu mor bir halkayla çevrelenmiş gibiydi. Bu kadarını da beklemiyordum. Artık annemin yüzüne bakamaz hale gelmiştim. Ya benim de…
Akşam ders çalışırken, kedinin ciğere baktığı gibi bakan gözlerini ensemde hissediyor, eşarbımı iyice sıkılıyor, uçlarını boynumu boğarcasına arkaya düğümlüyordum. Kevser Annemle yaşamak bir gerilim filmine dönüşmeye başlamıştı. Gece yatarken, odamın kapısını kilitlemeye başladım.
Bir sabah çığlıklara uyandım. Salonun orta yerinde bir naylon torba ve boş bir kılıf duruyordu. Babamın ilk tıraşından çıkan kıllarla yaptığımız minik minderi hemen tanıdım. Annem ise köşede karnını tutmuş, bağırıyor, inliyor, öğürüyor, ağzından beyaz köpükler saçıyordu. Beni yanına, yaklaştırmadı. Kapıyı açıp avazım çıktığı kadar imdaaat!, diye bağırdım, annemin can çekişen bir hayvanı andıran sesi apartmanda yankılandı. Ne yazık ki hiç kimse kapısını açmadı. Babama telefon ettim. Hemen yola çıkıyorum dedi.
Annem, uzun süre gözlerimin önünde kıvrandı. Kapıcı nihayet yukarı çıktığında, bulunduğu köşeye yığılıp kalmıştı. Sonrasını hatırlamıyorum, bayılmışım. Adam ambulansa telefon etmiş, hastaneye kaldırmışlar annemi ama iş işten geçmiş.
Babam bir hafta sonra gelebildi; uçak parasını denkleştirememiş. Kapıcının evinde yatıyordum. Yüzümü okşayınca bir kâbustan uyanmış gibi boynuna sarıldım. Bizi neden bıraktın gittin, diye ağladım. Çok üzgün görünüyordu, bu kadarını beklemiyordum, bir daha hiç bırakmayacağım seni, dedi o da ağladı. Bıyıklarını uzatmış, eskiden olduğu gibi kıl yumağına dönmüştü.
Ertesi gün cenaze kalkacaktı. Morgda yatan annemi yıkamaya gittik. Bir kadın bana, sadece kızı girsin içeri, dedi. Bir masanın üzerine çırılçıplak yatırılmıştı. Huzur içinde uyuyordu. Kadına onu yıkarken yardım ettim, hortum tuttum. Kefene sarılmadan önce baktım saçları çıkmıştı. Bir tel kopardım, ışığa doğru kaldırdım ve dibine baktım; beyaz bir kesecik… Keseciği iki parmağımın arasında ezdim ve kılı, yerden oluk halinde bir deliğe doğru akan suyun içine bıraktım.
Öykünün yazarı Ayla Şenel kimdir?
1957 Kayseri doğumludur. İktisat doktorudur. 1981-2010 arasında, bankacılık sektöründe çeşitli kademelerde görev aldı. Çeşitli öykü yarışmalarından kazanılmış dereceleri ve Yüksekten ve Paraşütsüz (2017) isimli bir öykü kitabı vardır. Lacivert Öykü ve Şiir Dergisi Yayın Kurulu üyesidir. Evli ve iki çocuk annesidir.
İlgili haberler
GÜNÜN ÖYKÜSÜ: İncir çekirdeği
Bir kadının çığlığını gökyüzüyle, bulutlarla, baharla tasvirlemek... Bir kadın yitirdiği baharını ar...
GÜNÜN İLGİNCİ: 7 kız kardeşin uzun saçlarının gari...
Annelerinin saçlarına sürdüğü garip bir madde yüzünden arkadaşlarının alaylarıyla baş etmek zorunda...
GÜNÜN BİLGİSİ: Bu kasaba Rapunzel’lerin kasabası
Çin’in izole bir bölgesinde yaşayan bir grup kadın var, yaşadıkları kasabaya Rapunzel kasabası deniy...
GÜNÜN ÖYKÜSÜ: Değiştirilenler
Yarın onlar da dönecekti. Evde kimse olmayacaktı. Falımdaki boş mezarı göreceklerdi ve onlar da deği...
GÜNÜN ÖYKÜSÜ: Issızda
‘Yıllardır iki kuruşu denkleyip bir araba almayı becereme, elinde ne varsa boşanmaya razı edeceğim d...
GÜNÜN ÖYKÜSÜ: Raylar ve yaylar
‘Ev işlerinde yardım eder. Sen de rahat edersin. Zaten resmi nikah sende.’ O zaman gelmişti aklına ‘...
- EN SON
- ÇOK OKUNAN
- ÖNERİLEN
Editörden
Bültenimize abone olun!
E-posta listesine kayıt oldunuz.