Yataktan bir hışımla kalktı. Kısa siyah saçları dağılmıştı. Geç kaldığını düşündü. Saate baktı, zamanında uyanmıştı. Bir oh çekti. Gözü duvarda asılı küçük aynasına ilişti. Biraz daha soluklaşmış biraz daha küçülmüş gibiydi. Ellerini uzun uzun yüzünde gezdirdi. Sanki bir şeyleri ezberliyormuşçasına gözlerini kapadı. Elleri biraz daha sertleşmiş, parmakları iyice nasır tutmuştu. Sağ başparmağındaki nasırı biraz daha sertleşmiş gibiydi, üstelik ağrıyordu da. Geçmekte olan bir yaşamın izleriydi bunlar biliyordu. Biraz daha dayansa bir sertlik bırakıp gidecekti o nasırı da. Dayan dedi kendi kendine. Aralanmış, kalın dudaklarından derin bir nefes aldı. İlk defa nefes alıyormuş gibi göğsü kalkıp indi. Üşümüştü. Ekim ayı olmasına rağmen soğuk kendini iyice hissettirmeye başlamıştı. Hemen hemen her gün yağmur yağıyor, bir de üzerine rüzgar esip gürlüyordu. Zaten rüzgarın pencereye vurup çıkardığı, ince uğultudan dolayı uyanmamış mıydı. Soğuk iliklerine işlemişti adeta. İki kat giyindi. Çoraplarının üzerine ninesinin ördüğü patikleri giyip, yatağını şöyle bir toplayıp mutfağa geçti. Hava yeni yeni aydınlanıyordu. Zaten zar zor aydınlanan evleri, bu kara kışta daha karanlık oluyor, adeta içini daha da karartıyordu. Çaydanlığa su koyup, iki göz ocağın altını yaktı. Ninesi daha uyanmamış olduğunu düşündü. Her zaman ondan önce uyanır, kahvaltıyı hazırlar onu öylece uyandırırdı. Ninesi çok yaşlıydı. Ona her baktığında karanlık bir yaşamdan başka bir şey göremiyordu ne yazık ki. Yaşadıklarını düşününce bir cesetten farklı olmadığını görebiliyordu. Bunları düşünürken suyun fokurtusuyla kendine geldi. Çayı demledi. En çok da demlenen şu kaçak çayın kokusunu seviyordu. O sırada buzdolabını açtı. Bir kasede biraz yoğurt, bir parça peynir, birkaç tane zeytinden başka bir şey kalmadığını gördü. Bir şeyler almalıyım diye düşündü. Bugün temizliğe gittiği evde eğer temizliğini beğenirlerse, ek para verirler onunla da fazladan birkaç eksiği de gideririm diye düşündü. Zaten çok çalışkandı. Gittiği her evde çok beğeniliyordu temizliği. Gururu biraz okşanmıştı. Dolaptaki kahvaltılıkları çıkarmaya yeltenirken kapı gıcırtısıyla irkildi. Ninesi dışarıdan geliyordu. Bu kapı ne zamandır böle gıcırdıyordu ki diye düşündü, şimdiye kadar bunu fark etmemişti. Kapı eskimişti. Altları soğuktan, yağmurdan hep aşınmış siyah bir hal almıştı, küflenmiş gibiydi. Her sene kış gelmeden boyuyordu ancak nafile. Yine hemen hemen aynı hale gelmişti işte. Altına sıkıştırdıkları eski elbiseler bile soğuğun geçmesini engellemiyordu.
Ninesi çoktan uyanmış. Bahçedeki küçük odunlukta ekmek yapmıştı. Bugün onlar için çok önemli bir gündü. Bu yüzden ninesi gece boyunca uyuyamamış, sabah erkenden kalkıp odun sobasını yakmış, üstüne ekmek de pişirmişti. Sıcak ekmekler kokusunu etrafa yayarken, oturma odasına geçip sofrayı kurmuştu bile. Televizyonu açıp, kahvaltılarını yapmaya başlamışlardı. Az yerdi hep ELİF. O yüzdendi belki hep böyle küçük kalışı. Çünkü azla yetinmesi gerektiğini düşünmüştü hep ve böylece bu yediklerine bile yansımıştı. Televizyonda, bugün üniversite yerleştirme sonuçlarının açıklanacağını, sınava giren öğrencilerin hepsinin, heyecanla bu anı beklediğiyle ilgili bir haber gördüler. Ninesiyle bakışıp sıcacık bir gülümseyişle birbirlerini onayladılar. Belki de uzun zamandır bbekledikleri bu karanlık evle yaşam arasına sıkışmış hayatlarına umut olan tek şey bu olmuştu. Aceleyle kahvaltısını bitiren Elif, evden çıkmaya hazırlandı. Tuvalette asılı olan aynada saçını düzeltip çıkacaktı. Gözlerini yüzünde gezdirmeden edemedi yine. Uzun zamandır gözleri böyle parlamıyordu. Hissediyordu istedikleri olacaktı. Mırıldandığı ezgi ile ninesine bir öpücük kondurdu. Kapının eşiğindeki akşamdan hazırladığı poşeti alıp evden çıktı. Yağmur çiseliyordu. Sevindi. Bugün yaşamı bir başkaydı sanki. Onu güzel yaşamına hazırlıyor gibiydi. Hızlı hızlı yürüyüp durakta bekleyen minibüse bindi. Boş olan bir yere oturdu. Gideceği yer iki saat uzaklıktaydı. Yağmur damlaları pencereden süzülüp giderken her zamanki gibi yaşamını düşündü. Babasının, annesinin ölümünü... Acı çektiği, yalnızlığın bir ömür boyu süreceği zamanları. Yalnızlık birileri gittiğinde değil, kendine inanmadığında oluyordu diye düşündü. Babası o daha bir yaşındayken çalıştığı inşaattan düşmüş ve oracıkta can vermişti. Babası bir hayalden öte hayatında yer almamıştı. Ona dair hatırladığı hiçbir anısı yoktu. ‘BABA’ diye seslenmek, onun varlığıyla mutlu olup, içinin ısınmasının ne demek olduğunu bilmiyordu. Ve bunu hiç yaşamayacaktı. Babası her aklına geldiğinde derin bir iç çekerdi. Bir iç çekti. Babasını, annesinin anlattığı kadar biliyordu. Annesi özellikle çok sevecen ve merhametli olduğundan bahsederdi. Annesi anlattıkça babasının merhametini, sevecenliğini yüreğinde hissederdi. Babasının ölümü bir iş kazasıydı ve bunun üstü kapatılmıştı. Babası düşünce kafasına baret giydirip koruma önlemleri almış gibi göstermişlerdi. Çalıştığı şirket, babasının varlığını ve ölümünü, babası sanki dünyada hiç var olmamış gibi silip atmıştı. Babası ölünce annesi kendine gelememiş belli bir süre. Babaannesi, amcaları, annesi Zeynep’i zorla evlendirmeye çalışmışlar ‘bu dul halinle, bir kız çocuğuyla ne yapacaksın’ deyip baskı kurmuşlar, direnecek hiçbir şey yokmuş gibi bir de bu zorbalığa direnmişti annesi ve çareyi ninesinin evine gitmekte bulmuş. İşte o zamandan beri ninesinin evinde yaşıyordu Elif. Ama annesinin Elif’i vardı.Elifine bir sarıldı mı dünyanın tüm kahrını unuttuğunu söylerdi.Elif biraz büyünce mahalledeki kadınlarla evlere temizliğe gitmeye başlamıştı annesi.Bu şekilde kendilerine yetebilmişlerdi. Annesi Elif'ini tek başına büyütecek,okutacaktı. Tek gayesi bu olmuştu adeta.Elif okuyacak kaderi mahalleye benzemeyecekti.
Kevser geldi aklına.Çocukluk arkadaşı.Karşı komşularıydı.Ninesinin evine taşınınca Kevser’in annesi, Zeynep’e destek olmuş kardeşi bellemişti.Elif’den dört yaş büyük Kevser de ablalık,arkadaşlık etmişti Elif’e. Birlikte büyümüşlerdi. Kevser’in kaderi mahalleye benzemişti işte.
Zamanla yaşadıkları yere benziyorlardı sanki. Kevser’in babası her gün alkol alır, zilvzurna eve gelir, hayatın boktanlığının acısını annesini, Kevser’i, ablasını, küçük iki kız kardeşini döverek çıkarırdı adeta. Annesine ‘bir erkek çocuk bile doğuramadın bana’ diyip üstüne küfürler savururdu. Kevser on beş yaşına gelince, babası onu ondan 30 yaş büyük biriyle evlendirmek istemiş. Kevser ve annesi kabul etmemiş, babasına direnmişlerdi. ‘Evden hem bir boğaz kesilir,hem de zengin bir damadımız olur kötü mü’ diye diye günlerce Kevser’e işkence etmiş, eve kapatmıştı. Kevser çareyi mahalledeki diğer kızlar gibi kendini asmakta bulmuştu. O yıl Kevser gibi birkaç kız daha intihar etmişlerdi. Bu adeta mahallede bir gelenek olmuştu. Böyle bir gelenek mi olur! Kevser’in cansız bedenini gören Elif, varlığı ona fazlaymış gibi olduğu yerde yığılmıştı. Kevser yoktu artık. Kendini öldürüşü bu karanlık mahalleye bir isyandı sanki. Elif bu olayın üzerine günlerce yatağından çıkamamış, yemekten içmekten kesilmişti. O anı, belleğinin en ücra köşelerine dahi kaydetmek üzere günlerce bunu düşünmüştü. Olanları… Bu anı hep belleğinde taze tutacak Kevser’e karşı bunu bir borç bilecekti. Aklı almıyordu. Gerçek yaşam bu muydu? Varlık ve yokluk bu kadar ince bir çizgiyle mi ayrılmıştı? Kendini ait olmadığı bir yere sıkışmış hissediyordu. Her nefes alışı göğsüne bir bıçak saplanır gibi acı veriyordu. Anıları aklından bir an bile çıkmıyordu. Sadece daha farklı olabilirdi deyip o hayallere kapılıp uyuyabiliyordu.
Bunları düşünürken bir damla gözyaşı usulca elinin üzerine damladı. İrkildi, kendine geldi. Minibüs bir fren yaptı, son duraktı burası. Zaman nasıl da hızlı geçmişti. Uyumuş muydu yoksa? Zaten sık sık dalardı Elif. Dalardı, o günün yaşanılacak bir yanı yokmuşçasına hep geçmişte yaşardı. Belleğimiz bu kadar güçlü olmasa yaşayabilir miyiz ya da belleğimiz bu kadar güçlüyken nasıl yaşıyoruz diye düşündü. Minibüsten inip yürümeye başlamıştı bile. Geldiği yer çok lüks bir semtti. Temizliğe buraya geliyordu her seferinde. Son gelişi olacaktı bu, biliyordu. Hızlı adımlarla gideceği evin yolunu tuttu. Yolları bile daha güzeldi, daha farklıydı kendi mahallelerinden. On dakika sonra ordaydı. Kapıyı çaldı. Şeyma Hanım sıcak bir gülümseyişle kapıyı açtı. ‘Hoş geldin Elif ‘ dedi. Şeyma Hanım varlıklı bir kadındı. Elif ‘e karşı hep iyi davranmış, ona yardımcı olmuştu. Elif burada çalışmaktan memnundu o yüzden. Eve girer girmez üniversite tercihlerinin bugün açıklanacağını konuşmuşlar, Şeyma Hanım burada birlikte bakarız demişti.
Zamanın bir an önce geçmesini bekliyordu. Hemen işe koyuldu. Önce cam silmeye karar verdi ancak yağmurun çiselemesi nedeniyle mobilyaları silmeye başladı, pencereyi aralık bıraktı. Bir kova hazırladı içine çamaşır suyu gibi deterjanlar koydu, işe başladı, bir yandan da annesini düşündü. Hep böyle yapardı zaten. Çamaşır suyu kokusu her zaman annesini hatırlatırdı Birlikte geldikleri temizliklerde annesini dikkatle izler, işi öğrenir annesine yardım ederdi. Bu şekilde o da temizlik işlerini çok iyi öğrenmişti. Annesini düşlerken daha bir bastırarak siliyordu. Bir şeylerin hıncını almak ister gibiydi. Annesini bu yolda kaybetmişti çünkü. Elinde olsa bir dakika bile yapmazdı bu işi ancak mecburdu.
Annesi bir gün yine bir temizliğine gelmiş, yedinci kattaki bir evin camını silerken ayağı kaymış aşağıya düşmüş ve ölmüştü. Elif daha on altı yaşındaydı o zamanlar. Babasıyla aynı ölüm. Her şey aynılaşmıştı yine, ölüm bile. Kandırmacanın olmadığı tek şey ölümdü işte. ‘Tarih önce tek tek yazılıyor sonra yaşanıyor’ gibiydi onun için. Tekrardan kendini bulabilmek adına mantıklı cevaplar bulmaya çalışmış ancak bulamamıştı tabi ki. Bu olanlarla yoğrulmuş ruhu, olanlara alışmış gibiydi. Yaşamları, sanki zenginler tarafından yazılmış bir oyundu da, onlar bu oyunu oynuyor gibiydiler. Bunu çok zaman yatağında sabahlara kadar ağlarken düşünmüştü.
Annesi ölünce tek dayanağı ninesi olmuş, ninesini çocuğu gibi sahiplenmiş, ona bakmıştı. Okuldan kalan boş vakitlerinin belli zamanlarında temizliğe gidiyor, yurt dışında çalışan dayısının gönderdiği parayla birlikte bir şekilde geçinip gidiyorlardı. Annesinin ve tabi ki kendi isteğini yerine getirmek için kalan tüm vakitlerinde de sabahlara kadar ders çalışıyordu.
On dokuz yaşındaydı şimdi Elif, haziranda üniversite sınavlarına girmiş, tercihlerini yapmış, heyecanla onların açıklanmasını bekliyordu. Daha erken açıklanması gereken sınav sonucu, bazı itirazlardan dolayı ertelenmiş, şimdiyi bulmuştu. Bu sürede yaz tatili boyunca durmadan temizliğe gitmiş, para biriktirmişti.
Nasırı bir köşeye takılınca, kendine geldi. Parmağı çok acımıştı. Elindeki bezi bırakıp belli bir süre parmağını sıktı, okşadı. Sonra ellerini kokladı, özlediği birini koklar gibi. Annesinin elleri de hep böyle kokardı. Annesi, nasırlı ellerini saçlarında gezdirince, güvenli bir sığınak bulmuş gibi annesine sokulur, onun ellerini öperdi. Nasıl unutabilirdi ki bu kokuyu. Ne zaman annesini özlese evin her bir yanını çamaşır suyuyla temizler, oturur o kokuda annesinin varlığını arardı.
Şeyma Hanım’ın ‘sınav açıklanmış’ demesiyle yerinden sıçradı. Laptopu elinde koltukta oturuyordu. Koşarak yanına gitti. Şeyma Hanımın ‘Otur’ demesiyle iyice küçülerek yanına oturdu. Gözlerini bir an bile ayırmadan, rüzgârın oradan oraya savurduğu perdeye dikmişti. İçim de aynen böyle diye düşündü. Yağmur durmuştu. İnce bir güneş huzmesi girdi içeri. Biraz sonra bir gökkuşağı oluştu. Hayatında ilk defa bu kadar net görüyordu gökkuşağını. Onun üzerinde kaydığını hayal ederken, Şeyma Hanım bilgilerini vermesi için Elif’i dürtmüştü. Elif bilgilerini verirken zaman bir an durdu sanki. Gözlerini sımsıkı kapatmış bilgisayarın ekranına bakmaya cesaret edemiyordu. İstediğin yeri kazanmışsın haykırışıyla gözlerinden yaşlar dökülmeye başlamıştı bile. Ancak Elif halen ekrana bakamıyordu.
Hayat sonunda yolunu değiştirmiş, farklı bir tarafa akmaya başlamıştı işte. Tarihini de kaderini de kendisi yazacaktı bundan sonra. Yalnızlığını sonlandıran bir yoldaş bulmuş gibi, sıcacık hissediyordu. Herkese, her şeye rağmen başardım diye mırıldandı. Kendisiyle içten içe bir gurur duydu. Gözlerini yavaşça araladı. Ekranda kocaman yazılarla ANKARA ÜNİVERSİTESİ HUKUK FAKÜLTESİNE GİRMEYE HAK KAZANDINIZ yazıyordu.
İlgili haberler
GÜNÜN ÖYKÜSÜ: Dünyanın neresine sığarım ki ben?
Çocuğuma insanları sevmeyi, ona her doğum gününde aldığım çiçekli elbiseleriyle öğretmeye çalışırken...
GÜNÜN ÖYKÜSÜ: Melike’nin elleri
... Çok okursam, düşümdeki gibi büyümeye başlayacak kafam. Her sabah uyanır uyanmaz aynaya koşup bak...
GÜNÜN ÖYKÜSÜ: Zehra
Kendini beş gündür ahıra kapatılmış bir inek gibi hissediyordu. Çok dövülmüş, vücudunda sigara söndü...
- EN SON
- ÇOK OKUNAN
- ÖNERİLEN
Editörden
Bültenimize abone olun!
E-posta listesine kayıt oldunuz.