Sıradanlaştıramadıklarımızın hikâyesi: Sıradan Bir Kadın
Bazen televizyonda bir hikaye, bazen mahallede gördüğümüz bir olay... Şiddet kadınların hayatının her yerinde. Aynur bu kadınlardan yalnızca biri...

Psikoloji literatüründe, Sigmund Freud’un görüşüne göre, canlılardaki yapım ve yıkım süreçlerini başlatan iki temel dürtüden biri ölüm dürtüsüdür. Ölüm dürtüsü, içinde yıkıcı davranışları barındıran ve bunu başlatan güç olarak tanımlanır. Freud’a göre ölüm dürtüsünün bireyin dışındaki kişi veya nesnelere yöneltilmesi şiddet ve saldırganlığı doğurur. Bir başkasının yıkımına yol açabilen şiddet, sözün etkisinin ve geçerliliğinin ortadan kalktığı, yerini salt ölüm dürtüsüne bıraktığı yerdedir. Kelimeler işe yaramaz, sınırlar işlevini kaybeder. Sınırların belirlenemediği yerde ise doğrudan eyleme geçiş başlar.*

Evde, okul sıralarında, toplu taşımalarda, ister çocuklar ister yetişkinler arasında rastladığımız acımasız davranışlar, sözel tartışmaların fiziksel kavgalara dönüşmesi, her gün bir yeni şiddet ve cinayet haberiyle uyanmamız ve birçoğu… Bunlar, kişinin başkalarıyla olan ilişkilerinde ona aracı olacak, kırılma ve kaybetmeye karşı tahammülünü güçlendirecek, istediğine erişme ve ulaşma arzusuna karşı hayal kırıklığını tattıracak veya sonsuz bir doyuma her zaman ulaşılamayacağını öğretecek simgesel bir varlığın olmadığına işaret eder.

Toplumumuzda kadına yönelik şiddete; kadının kendi kararlarını verme ve kendi bedeni üzerinde söz sahibi olma haklarına saldırıya; bağımsızlığını ele almaya dair adımlarını engellemeye ve yaşam hakkını elinden alan cinayetlere rastlamıyor olmayı dilerdik. Ancak, bir kadının seçimleri, reddettikleri ve kendisi olmak için sürdürdüğü mücadelenin solması; bu topraklarda “namusu temizlemenin” en tanıdık yolu bizler için. Hem bildiğimiz hem de her geçen gün hayret etmekten kendimizi alamadığımız kadın cinayetleri, televizyonda gezinirken geçtiğimiz uzak bir hikayeden, oturduğumuz mahallelerde haberini aldığımız ve hatta aile içinde tanığı olduğumuz bir hikayeye kadar hayatımızın içinde. Hatun Aynur Sürücü ise o kadınlardan yalnızca biri.

ALMANYA’DA MANŞETLERE OTURAN İLK KADIN CİNAYETİ

Sıradan Bir Kadın filmi, 2005 yılında Berlin’de erkek kardeşi tarafından “ailesinin namusunu kurtarmak” için öldürülen Aynur’un hikayesini konu ediyor. Film, Berlin Kottbusser Tor’da yürüyen kadınların kareleriyle başlar. Kucağında bebeğiyle dolaşan, aceleyle karşıdan karşıya geçen, başı açık veya kapalı, saçları siyah veya kumral birbirinden farklı bu kadınlardan biri değildir Aynur. Ama “Bu kadınlardan biri olabilirdim” diye düşünmekten kendini alamaz. Bu sahnenin ardından daha eski olduğu anlaşılan ve hikayenin sonunu temsil eden olay yeri görüntülerini görürüz: 2005 yılının şubat ayında etrafı vatandaşlarla ve polisle çevrili, kaldırımda üzeri beyaz örtüyle örtülü bir ceset… “Bu benim” der fonda bir kadın sesi, “Ben bir namus cinayetiyim, Almanya’da manşetlere oturan ilk namus cinayeti.”

Aynur, Sünni-Kürt asıllı, muhafazakâr bir aileden gelir. Anne ve babası onu 16 yaşındayken kuzeniyle evlendirir. Şiddet gören Aynur, bir yılın sonunda hamileyken Berlin’e ailesinin yanına kaçar. Bu eve dönüş aile bireyleri tarafından onaylanmaz. Ailesi tüm zorluklara rağmen kocasını bırakmasının doğru olmadığı nasihatlerini sıralar hem de bir çocuk karnında taşırken. Aile, Aynur’u evine geri dönmesi için ikna etmeye çalışsa da başarılı olamaz. Doğumdan sonra bu evde kendine bir yer bulmaya çalışırken ailedekilerin psikolojik şiddeti, erkek kardeşi tarafından uğradığı cinsel taciz Aynur için dayanılmaz bir hâl alır. Bebeğiyle ayrı eve taşınma isteği ailesi tarafından onaylanmaz. Güvenli bir yer arayışı, annesinin gözünde ailesinin şerefini beş paralık etmek demek olsa da Aynur, yeni bir hayata adım atar, reşit olmayan, genç anneler için kullanılan bir yurda taşınır.

BELKİ BİR GÜN...

Zamanla yurtta onun gibi anne olan bir arkadaş edinir, başörtüsünü çıkarma kararı alır, çalışma hayatına adım atar. Bir yandan çocuğunu büyütür, diğer yandan elektrik teknisyeni olmak için hazırlanır. Ama ailesinden ayrılmanın burukluğu kalbinin bir köşesinde saklıdır. Ailesinin varlığına sığınırken izleriz onu, ailesinin değişebileceği inancını hep canlı tutar. Bu ne kadar da tanıdık değil mi? Bizler de acımasız davranan eşimizin bize bir gün değer vereceği ihtimaline sıkıca yapışabiliriz, ailemizden gurur verici sözleri duymayı, zorlu deneyimlerimizin sona ereceğini ve en güzelinin bizi bulacağını bekleyebiliriz. Aynur da bu inancı içinde yeşertir. Aşık olur, yeni hayatına sevgilisini dahil etmeye çalışır. Mutludur da. Erkek kardeşleri tarafından sevgilisiyleyken yolunun kesilmesi, yaşadığı şiddet onu mücadeleden geri koymaz; ama o böyle azimliyken sevgilisinin ayrılık kararı yüzüne tokat gibi çarpar.

Oğlu Can büyür. Aynur, ailesinin Can’a olan sevgisini, kendi yitirdiğinin yerine koyar sanki. Bu sevgi çemberi ne yazık ki onu içine dahil etmez. Kardeşleri tarafından hakaretlerle ölüm tehdidi alır. Can, onlara göre annesinden korunmalıdır. Ancak Aynur, tehditlere rağmen ailesini “ardında bırakamamanın” sorumluluğunu taşır. Az da olsa ailenin bir parçası olmayı, kabul edilmeyi bekler. Ancak umduğu gibi olmaz. En küçük kardeşi Nuri, Aynur’a en yakın olan kardeştir ve ailenin temsili gibidir. Onu aileden saymadıklarını tekrar tekrar dile getirir. Ailenin üzerindeki kara lekeyi, Aynur’un günahlarını temizlemek en küçük erkeğin görevidir. Herkes bu cinayetin içinde olsa da biz sahnede, tetiği çeken Nuri’yi görürüz.

KADININ MÜCADELESİ KIZ KARDEŞİNİN AVUCUNDA YEŞERİR

Aynur’un öldürülmesinin ardından mahkemede diğer aile üyelerinin cinayete yardım ve yataklığı kanıtlanamaz. Ancak, Nuri’nin kız arkadaşı Evin, gerçeklerle mahkemenin seyrini değiştirir. Nuri hapis cezasına çarptırılır, Can’ın velayeti Aynur’un ailesine verilmez. Hatta Can, Sürücü soyadını almaz. O sırada, Aynur’un sesini duyarız:

“… Ailem en büyük mücadelesini kaybetti, Evin’e karşı mücadelesini. Annesi Dilber’e karşı mücadelesini. Bayan Beck’e, arkadaşım Sena ve diğer yakın arkadaşlarıma karşı mücadelesini.”

Filmde, Aynur’un hayatını birinci ağızdan dinliyor, aralarda gerçek görüntü ve videolarla hikayeye yakından tanıklık edebiliyor; bu görsellerdeki gibi filmde de giydiği kıyafete, kahve içtiği kupaya, taktığı gözlüğe baktığınızda gerçeklikle bağını fark edebiliyorsunuz. Filmin, trajedi ve drama sıkı sıkıya sarılan bir yerden değil, gerçekliğin yalın ve yüksüz penceresinden yansıtıldığını söyleyebilirim. Belki izlerken öfke, üzüntü, hüsran ve isyanınız size sık sık uğrasa da, filmin sonunda heybenizde kalanlar bir mücadelenin tanığı, kendi olma yolculuğunun eşlikçisi ve kırılmış olanı kırıldığı yerden onarma arzusu olabiliyor. Çünkü biliyor ve inanıyoruz ki, bir kadının hikayesinde yarım kalan mücadelesi, bir diğerinin avcunda yeşerebilir.

*Soysal, Ö. Psikanalitik Bir Deneme Şiddet: Öteki’nin Yıkımı

Fotoğraf: Filmin afişi ve fragmanından kesit

İlgili haberler
BİR KİTAP: Başka Bir Gökyüzünün Altında

"Soluklandığımız duraklarda kimler yok ki? Onları sevdiklerinden ayıran sınırlardaki tel örgüleri so...

Kurtuluş Ayini

Cadı diye yakılan kadınların aslında normal birer insan oluşunun gösterilmesiyle film, bilindik cadı...

Yükümüzü taşımaya devam ediyoruz

Ayşe Sarısayın’ın Bir Roman Kadar Uzun kitabını geride kalanların ağırlığını, hatırladığı heyecanlar...