Kağıt deyip geçmeyin
Tuvalet kağıdının zamlanması kitlesel hastalıklara davetiye çıkarmaktır. Gazete kağıdının zamlanması bağımsız gazeteciliği yok edeceği için habersiz kalmaktır.

“Tuvalet kağıdı yüzde yüz zamlandı” haberine ne yazık ki hak ettiği ilgiyi gösteremedik. Çağın teknoloji çılgınlığı, yaşamın olağan akışında durup düşünmeye zaman tanımıyor. En fazla cep telefonumuzdan bunun ucuzunu nerede, hangi markette buluruz, arayışına girebildik.

Tuvalet kağıdı lüks mü? Serbest piyasanın marifeti olarak renklisi, parfümlüsü de üretiliyor ama, halkımız 1970 tarihinden beri çocukluktan başlayarak kullanıyor bu ürünü.

Zamlar karşısında düşük ücretliler, kredi kartlarına bağımlı, borçla yaşayan kesim ne yapacak? Satın alınacaklar listesinden ilk çıkarılacaklar arasında tuvalet kağıdı olmayacak mıdır? Bunun hijyen açısından yaratacağı zararı kuşkusuz uzmanlar bilir; bu nedenle ister alaturka ister alafranga tuvalet olsun, tuvalet adabını tartışmanın yeri burası değil. Ancak gündelik yaşamdaki gözlemlerimiz ve kişisel deneyimlerimiz ellerimizi sık yıkama alışkanlığımızın olmadığını gösteriyor. Yoksa televizyondaki kamu spotlarınca sorunun öncelikle gıda maddelerinde görülme olasılığı var, kanımca.

Okul kantinlerini, yurtları, restoran, fast-food, kafe, tüm toplu yaşanan alanları düşünelim. İstanbul’un göbeğinde bile, hâlâ ekmek, simit, sandviç, kuruyemiş v.b. gıda maddelerini servis ederken şeffaf eldiven kullanmayı savsaklayan çalışanlar var. Bazıları, geçici işlerde çalışan, işe bağlanmayanlardan çıkıyor; hele mesleği değilse, işle bağları tamamen zayıflıyor. Uyarınca aldırmayıp terslenenler olabiliyor. Onların sorunları ayrı bir konu ancak, bu vurdumduymazlık zaten halk sağlığı için başlı başına bir tehlike oluşturuyor.

Peki, tehlike artınca devekuşu gibi başımızı kuma gömmenin rahatlığıyla, “Allah korur” deyip geçecek miyiz? Yoksa halk sağlığı bozulursa bize de yansır “bencilliğiyle” de olsa, satın alma gücü azalmış kesimininmiş gibi görünen bu sorunu, “kendimizinkiymiş” gibi sahiplenmek zorunda mı hissedeceğiz? Felaket tellâlcılığı olarak algılanmasın ama, 1970 yılında İstanbul’da Sağmalcılar’da açık bırakılmış su yolu, dere kirliği yüzünden, 1500 kişinin hastalandığı ve 52 kişinin öldüğü kolera salgınına tanıklık etmiş biri sıfatıyla, bu tehlike karşısında sessiz kalmamız gerektiği kanısındayım. 

Denilebilir ki, yaşamlarını yoksulluk içinde geçirenler için zaten değişen bir şey olmayacaktır. Bunda doğruluk payı yok değil. Kentlerin gözden ırak semtlerinde yaşam mücadelesi veren ailelerin çocukları eğitime, sağlığa erişimde, kentte yaşamanın olanaklarından ne ölçüde yararlanabiliyorlar?

Neoliberalizmin tahrip ettiği bir dünyada var olmaya çalışıyoruz. Hukuka güvenin sarsıldığı; ekonomik ve sosyal ve insan haklarının unutturulmaya çalışıldığı bir dünyada… Gündelik yaşamımız, tüketim ağı tarafından kuşatılmış; yediğimiz, içtiğimiz, kullandığımız tüketim nesnelerinden, televizyon programlarına, dizilere kadar her şey politikleşti artık. Kapitalist sömürü ve baskının mağdur etmediği kesim kalmadı neredeyse.

Gündelik yaşamı sürdürmek onu savunmakla mümkün hale geldi. Bıçak kemiğe dayandığında dünyanın her yerinde çoluk çocuk, yaşlı, kadın, erkek, hak aramak amacıyla dayanışma, toplumsal dayanışma ağları kuruyorlar. Ancak bu yeterli mi? Belediyeler ne güne duruyor da , denilebiir. Ama çoğunun borç batağında olduğu, bazı harcamalarını zorunlu olarak kestikleri duyumunu alıyoruz.

Suçu yalnızca yönetimlere atmak da yeterli değil. Küreselleşmeyle gelen serbest piyasa ekonomisi sosyal devlete darbe indirdi. Yönetimler, yoksulluk sorunu baş gösterince geniş kitlelere yönelik asgari geçim desteği, yoksulluk yardımı v.b. uygulamalarla soruna çözüm getirme derdine düştü. Neoliberalizm koşullarında işsizlik yapısal hale gelmiş; sosyal haklar, güvenceli iş, sendikal örgütlenme gerilemiş. Toplumsal eşitsizlik ve yoksulluk derinleşmiş… Bunun ülkemize olan yansımalarını yaşıyoruz.

Devlet, başka devletlerle rekabet içinde. Belediyeler,vakıflar, cemaatler, STK’lar sınırlı sayıdaki yurttaşa ulaşabiliyor. Ancak tuvalet kağıdı, ekmek ve ilaç gibi bazı maddeler bir toplumda çok özel, stratejik ürünlerdir. Bunların alternatifi yoktur; devletin halka bilgisayar, tablet v.s. dağıtmasına benzemez. Devlet nasıl ki, piyasa ekonomisine, örneğin ekmeğin ve özelleştirdiği elektrik dağılımındaki satış fiyatlarında düzenleyici olabiliyor, fahiş fiyat artışına ‘dur’ diyebiliyor , sosyal güvenlik kurumu ilaç bedellerini , sağlık harcamalarını yurttaşa ödüyorsa, bunda da çözüm yollarını arayıp bulacak olan tek aygıt devlettir.

Aynı şekilde süt zammına karşı da devlet, devletliğini göstermelidir. Gazete ve kitap kağıdını ithal ediyor olmamız, “Yayıncılıkta kağıt krizi büyüyor” haberiyle gündemdeki yerini aldı. Neyse ki, sektör çalışanları doyurucu açıklamalarıyla kamuoyunu bilgilendirdiler. Kitap basımı azalacak mı? Gazetelerin geleceği ne olacak? Hele yerel basın, maliyetteki artışa daha ne kadar dayanabilir? Sorular , toplumun vazgeçilmez bir ihtiyacı üzerinde yoğunlaşıyor. Halkın haber alma hakkı ne olacak? Bilgilenmeye ihtiyaç duyuyoruz ama nasıl?

İnternetteki bilgi kirliliği had safhaya vardı. Eşitsiz toplumsal ilişkiler, bilgiye erişimde de eşitsizlik yaratıyor. Oysa bilgi paylaşımı gerçekleştirilebilmeli. En can alıcı soru da düşünce özgürlüğü olmadan insan kendini nasıl savunabilir ki?

Sonuç olarak, tuvalet kağıdının zamlanması, kitlesel hastalıklara davetiye çıkarmaktır. Gazete kağıdının zamlanması, bağımsız gazeteciliği yok edeceği için habersiz kalmaktır. Sütün zamlanması, çocukları aç bırakmaktır.

KAĞIT, SAĞLIKTIR; EĞİTİMDİR; GELECEKTİR!

İlgili haberler
Yalnız Bir Kadının Denge Arayışları

Tülin Tankut’un otuz yıl önce yazdığı “Yalnız Bir Kadının Denge Arayışları” adlı romanı, aralık ayın...

GÜNÜN KİTABI: Alt tarafı bir film (mi?)

Tülin Tankut’un 2004'te Papirüs Yayınevinden çıkan, yeni yazılarla sürekli güncellenen “Alt tarafı b...

GÜNÜN KİTABI: Tülin Tankut’la ‘Serbest Düşüş’

Tülin Tankut’un kadın emeğinden şiddete, tacize, medyanın kadın kimliğinin oluşumuna etkisinden moda...