İkitelli’den göç tartışması: Yükselen düşmanlık ve mülteci kadınları eve hapseden yaşam…
İstanbul’un bir ilçesinde kadınlarla yaptığımız mültecilere dair sohbet aslında Türkiye genelinde emekçiler arasında süren tartışmalara bir ayna tutuyor.

Ülkenin gündemi bir hayli yoğun. Her yeni gün yeni bir felakete uyanıyoruz. Yangınlar, seller, mültecilere yönelik saldırılar… Dünya gündemi de ister istemez ülke gündemini etkiliyor, dönüştürüyor. Haftalardır yoğun bir şekilde Afgan göçü işyerlerinde, arkadaş sohbetlerinde, evlerde konuşuluyor; büyük bir öfkeyle konuşuluyor ancak bu öfke yıllar yılı Ortadoğu’yu savaş alanına çeviren, orada yaşan insanların hep bombalanmaktan, öldürülmekten, zorla evlendirilmekten kaçarak yer değiştirip durmasına sebep olanlara değil maalesef. Öfke, ülkeye kötü koşullarda giren, kötü koşullarda belgesiz çalışmaya mahkûm edilenlere. Tabii yıllar yılı pompalanan milliyetçiliğin, ırkçılığın bunda etkisi çok. “Afganlar neden ülkemize geliyor? Kendi ülkelerine gitsinler” sözünü son zamanlarda çok duyuyoruz ancak bu cümleye yabancı değiliz, çok değil kısa bir süre önce Suriyelilere, ondan önce de Kürtlere korku yayan bu cümleler çokça kuruluyor, tartışılıyor.

Yoksulluk, işsizlik, artan kiralar, artan zamlar, şiddet; sanki tüm bunların sebebi göçmenlermiş gibi çeşitli kesimler tarafından yürütülen politikalar, yaşam koşullarına karşın biriken tüm öfkeyi göçmenlere yöneltir hale getiriyor. Yakın zamanda bu politikaların ağır bir sonucunu Ankara Altındağ’da yaşadık, mültecilere karşı kitlesel bir linç girişimi… Altındağ’da yaşanan yağma ve şiddet olayları Türkiye’de yaşayan mülteciler açısından da bir korku atmosferi oluşturdu; kimi ekmek almaya fırına bile gitmeye korkar halde.

İstanbul Küçükçekmece’nin çeşitli mahallelerinde yaşayan kadınlarla mültecilere karşı gerçekleşen saldırılara dair konuştuk. Elbette konuştuğumuz kadınların çoğu da yaygınlaştırılan mülteci karşıtı propagandadan etkilenmiş ve söylemlerini hep bunu dayanak alarak oluşturuyorlar. Mültecilerin gelişine AKP’nin izin vermesindeki ve açık kapı politikası uygulamasındaki en büyük kaygılarından biri AKP’nin kendine oy verecek bir oy kitlesi olarak mültecileri kullanması.

MÜLTECİ DÜŞMANLIĞI MAHALLEYE NASIL YANSIYOR?

Neriman orta gelirlilerin yaşadığı bir mahallede yaşayan ve yıllarca AKP ye oy vermiş kadınlardan bir tanesi. Suriyeli mültecilerin de Afgan mültecilerin de ülkeye girişlerine izin verilmesindeki en büyük sebebin “AKP’nin oy deposu” olduğunu düşündüğü için öfkeli. Ve Neriman’dan son zamanlarda en çok duyulan, en çok söylenen cümleleri de duyuyoruz: “Afganistan'dan gelenlerin çoğu genç. Bir tane kadın gördünüz mü?” diyor Neriman, sosyal medyada dolaşıma sokulan doğruluğu yanlışlığı belirsiz videolara atıf yaparak. Afganistan’daki göçlere baktığımızda ülkenin kuzey ve kuzeybatısında Taliban çatışmaları sürerken yerinden edilenlerin yüzde 80’i kadın ve çocuk, Taliban’ın henüz ele geçirmediği bölgelerde derme çatma çadırlarda yaşamaya mahkum edilmiş kadınların artık ülke içinde kendilerini ve çocuklarını güvene alabileceği bir yer Taliban’ın Kabil’i ele geçirmesiyle kalmadı. “Onlar geliyorlar buraya bizim askerlerimiz ölüyor ülkelerinde. Neden kaçıp geliyorlar, savaşsınlar…” diyor Neriman, gencecik asker olmuş çocukların başka bir ülkede savaşıp ölmesine tepkili ancak yine bu tepki askerleri çatışma için başka ülkenin topraklarına gönderenlere değil, gönderildikleri ülkeden hayatta kalabilmek için kaçıp başka ülkelere sığınanlara. AKP’nin yıllardır dış politika hamlelerini, asker ölümlerini meşrulaştırmak için kullandığı sınır güvenliği söyleminin bir yansımasını dile getiriyor Neriman; askerlerin neden Afganistan ve Suriye’de olduğunu sorduğumuzda “Demek ki gerekiyor, sınırımızdır koruyacaklar” diyor. Ankara’da yaşanan Altındağ olayına dair ise “Garibana karışmasınlar. Ama hak edene ders vermek gerekiyor. Sokağa çıkmayınca yüz buluyorlar. Minibüste yer vermiyorlar. Geçenlerde minibüsteyiz. Kadının biri göçmen gençlere ‘Kalkın o çocuklu kadına yer verin. Benim askerim senin ülkende savaşıyor. Siz burada keyif yapıyorsunuz’ diye bağırdı” diye anlatıyor. Oysa bu öfkeyi yaratan koşulların sebeplerine dönüp bakmadan mültecilere saldırmak, mültecileri hedef haline getirmek ne bunu yapanların ne mültecilerin yaşam koşullarını iyileştirirken tam olarak bu koşulları bile isteye yaratanların ekmeğine yağ sürüyor. Neden Türkiye devleti askerlerinin başka bir ülkede ölüme, çatışmaya gönderildiği yanıtının görünmesini bulanıklaştırırken sorgulanmasının da önüne geçiyor. Yukarıda kararlar alınırken bu kararlara müdahale edecek enerjiyi halk kendinden olana sopa göstererek harcıyor, olan halklara oluyor.

KARDEŞ KARDEŞİ ÖLDÜRMESİN

Yaklaşık 7 yıldır Türkiye’de yaşayan Sinem’le yaptığımız sohbette Sinem de “kendi ülkesinde savaşsınlar” söylemine yanıt veriyor: “Ben 6-7 yıl oldu Türkiye’deyim duyduğum tek şey ‘vatanım.’ Onlar vatan diyor, biz insanlık istiyoruz. ‘Siz ülkenizi terk ettiniz’ diyorlar. Ben şunu merak ediyorum. Acaba Türkiye’de savaş olsa kardeş kardeşi öldürmeyi kabul edecek mi? On senedir Suriye’de savaş var. Kim dayanır buna? Biz kardeş kardeşi öldürmesin diye kaçtık savaştan.”

Başka ülkelere giden Türkiye vatandaşlarına dair ise Neriman, “Biz başka ülkelere geçinebilmek için gidiyoruz onlar savaştan kaçıp geliyorlar. Bizim vatandaşlarımızı en kötü işlerde çalıştırılıyorlar” diyor. Onun bu sözünü savaşın yarattığı işsizlikten, açlıktan kaçan Emel, saldırılara karşı fikrini belirtirken yanıtlamış oluyor: “Bizim tek derdimiz geçinebilmek. Tek derdimiz çocuklarımızı kimseye muhtaç bırakmadan kiramızı faturalarımızı ödeyebilmek. Ben Suriye’yi bırakıp geldim. Niye? Çocuklarım ‘açım’ demesinler diye.”

İNSANİ BİR GÖÇMEN POLİTİKASI ŞART!

Fatma ise Atatürk Mahallesi’nde yaşayan kadınlardan biri. Altındağ’da yaşanan olayların ardından şunları söylüyor: “Biz toplum olarak galeyana gelmeye müsaidiz. Afganların gelmesi biraz toplumu öfkelendiriyor. Biriken öfkede sokağa böyle yansıyor.” Afganistan’dan gelecek göçlere dair farklı bir kaygısı daha var Fatma’nın; bir yandan Neriman gibi “oy kullanma” meselesinden endişeliyken bir yandan da Afgan halkının son 30 yıldır yaşadığı erkek egemen gerici koşulların ve yaşam tarzının Türkiye’de “daha gerici bir toplum yaratacağı” kaygısını taşıdığını ifade ediyor: “Bizim özgürlüklerimizi elimizden alacaklar. Bu yüzden istemiyorum. Ama sokağa çıkıp insanları linç etmeyi de doğru bulmuyorum. Bu linç kültürü toplumda yayılıyor ve bu beni korkutuyor. Bu kültür Türkiye’de Aleviler ve Kürtlere de dönebilir.”

Göçün kontrolsüzlüğünden ve entegrasyona dair adım atılmamasından rahatsız olan Fatma, gelen mülteciler ile kültür farklarımız olduğundan bahsedip bu farkların giderilmesi gerektiğini söylüyor: “Biz gelen göçmenlere insan hakları sağlamalıyız. Geçmişten beri göç olan bir ülkeyiz ve biz toplum olarak daha önce gelen göçmenlerle uyum sağladık.”

AYNI APARTMANDA YAŞAYANLAR

Bugün Suriyeli ve Afgan mültecilerin toplum içerisinde uyum sağlamaları entegrasyon politikaları olmadan, onlara çeşitli haklar sağlanmadan kolay değil. Hele de mülteci karşıtı söylem sürekli teşvik edilirken, mülteciler hiçbir hakkı olmadan kaçak yaşamaya mecbur bırakılırken. Bu, onları sağlık hakkından da, eğitim hakkından da, şiddete ya da cinsel saldırıya uğradığında şikayet ve adli süreci başlatma hakkından da mahrum bırakıyor. Sürekli geri gönderilmekten ya da aynı mahallede yaşadığı komşularından, iş arkadaşlarından saldırıya uğrama korkusuna boğuyor. Suriyeli ve Türkiyeli işçiler yan yana çalıştıkları için düşmanlık ve ötekileşme hiç temas etmemiş olanlara göre daha az. Hiç yan yana yaşamamış, komşuluk ilişkisi yürütmemiş olanlar çok fazla kirli bilgi ve kulaktan dolma düşüncelerle mültecilere karşı bir öfke biriktiriyor. Oysa Emel de Fatma da ve hatta Leyla da aynı apartmanda yaşıyorlar.

Leyla, gelen mülteciler ile uyum sağlayamamalarını “eğitimli olmamalarına” bağlıyor ve Suriyeli mültecilerin gelişi ile birlikte çevresinde gözlemlediği değişimleri sıralıyor: “Suriyeliler geldikten sonra kiralar arttı. Gıda fiyatları arttı. İş bulamıyoruz artık. Göçmenler olmasaydı ev boş kalacaktı. Kiralar düşecekti. Gıdalar kalacağı için fiyatları düşecekti.” Oysa mültecilerin eşit haklara sahip olmalarını talep etmek tam olarak Leyla’nın bahsettiği sorunların oluşmasının önüne konacak taşlardan biri. Nasıl mı? Mültecilerin zaten düşük olan ücretlerden daha düşük koşullarda çalışmasına karşı çıkıp eşit ücret almaları için ses çıkarmak, patronların çok çok daha az ücrete çok daha uzun saatlerce çalıştırmasının önüne geçer, ev kiralarını mültecilerin mecburiyetlerinden yararlanan fırsatçı ev sahiplerine karşı politikalar üretilmesine sebep olur gibi gibi… Çünkü savaş giderilmesi, güvenli hale getirilmesi, normal yaşamın kurulması için çok uzun süren bir süre isteyen yıkımlar bırakır ardında, o yüzden yıkıma, ölüme, hiçliğe komşularımızı, insanları göndermek yerine burada nasıl birlikte yaşayacağımıza dair nelere ihtiyacımızın olduğunu, ne yapmamız gerektiğini konuşmamız gerekiyor.

SORUNUN KADINA YÖNELİK ŞİDDETİN ARTIŞI İLE İÇ İÇE GEÇEN YANLARI

Ülkede artan kadına şiddet, taciz, tecavüz olayları ve artan cezasızlık, katillerin, istismarcıların ellerini kollarını sallayarak sokaklarda gezmesi kadınlarda yargı ve güvenlik mekanizmalarına karşı ciddi bir güvensizlik yaratıyor. Bu güvensizlik ve oluşan öfke de ne zaman mülteci meselesi ülke genelinde tartışılan bir gündem haline gelse havuz medya tarafından mülteciler hedef haline getirilecek bir şekilde sunuluyor. Koruma, şiddeti önleme, şiddeti cezalandırma mekanizmalarının sorgulanması bu şekilde görünmez kılınıyor ve devletin kadınları faili kim olursa olsun şiddetten, tacizden korumamasına karşı oluşacak tepkilerin önü kesilip mültecilerin tamamına yönlendiriliyor. Leyla da kendini güvende hissetmediğini şöyle anlatıyor: “Kendimizi güvende hissetmiyoruz ülkemizde. Birçok gerici gücü ülkemize doldurdular. Bu nedenle kendinizi güvende ve özgür hissetmiyoruz. Hayat koşullarımız değişirse belki değişir. Avrupa'da devletler gelen göçmenlere de kendi vatandaşlarına da birtakım haklar tanıdığı için göçmenlere bu kadar tepki olmuyor. Ben Avrupa'da yaşayan bir vatandaş olsaydım kendimi güvende hissederdim. Bana zarar vermeyeceğini de düşünürdüm. Çünkü zarar verse sınır dışı edileceğini bilirdim.”

ALTINDAĞ SALDIRILARINDAN SONRA: BÜTÜN GÜN EVDEYİZ

Leyla’nın ve Fatma’nın komşusu Suriyeli Emel’in anlatacaklarına dönüyoruz. Korku içinde yaşadıklarını anlatıyor Emel: “Türkiyeli ölüyor halk ayağa kalkıyor. Bizim gençlerimiz öldürülüyorlar. Türkiye'de bizim hiç sesiniz çıkmıyor. Sadece ağlayıp oturuyoruz. Bizler burada yaşarken daha dikkatli daha korkarak yaşıyoruz. Ama insansın dayanamıyorsun bir yerde artık hakarete, aşağılamaya. Ankara'da yaşanan birkaç kişi arasında bir kavga. Kavga edenlerden biri Suriyeli olduğu için mi Suriyelilerin evlerine işyerlerine saldırıyorlar? İki Türkiyeli de kavga edip bir birilerini öldürebiliyorlar. Kimse kimseyi öldürmesin ama biraz adil davransınlar bizlere karşı.” Ankara’daki yaşanan linç girişimine benzerini oturduğu mahallesinde yaşamış olan Emel, bu saldırıların ilk olmadığını hatırlatıyor. “Sırf bir şeyi başımıza gelmesin diye hep evdeyiz. Ankara'daki olayı duyunca korktum biraz. Buralarda da olur mu diye düşündüm. Daha önce İkitelli’de de olmuştu. Evimizde misafirimiz vardı. Camları kapıları kapattık. Camlardan uzak, odanın orta yerinde oturduk. Bütün gece uyuyamadık korkudan. Misafirlerimiz bizde kaldılar, dışarı çıkamadılar. Evin içinde 15 kişiydik. Evde ekmek yok, korkudan fırına da gidemiyorduk. Ben çıktım, eşim ve evdekiler çıkma dediler. Ama çocuklarım aç dayanamam” diye anlattı Emel yaşadıklarını.

Suriyeli Sinem de her yerde “Suriyelilerin aldığı yardımlara” dair yayılmış ve öğrenilmiş yanlış bilgilerden bıkmış durumda: “Ben bu evde 1 senedir oturuyorum. Komşular diyor ki ‘Siz devletten para alıyorsunuz.’ Devlet nerede? Benim kocam gidip çalışmasa bu evin kirasını nereden ödeyeceğim? Kim getirmiş ‘Al bununla kiranı öde’ demiş? Kim kime yardım ediyor? Öyle bir dünya var mı?” Altındağ’da yaşananları sosyal medyada gören Sinem, “Normalde korkmam gerekiyordu. Ama artık korku duygumuzu yitirdik. Artık ne olacaksa olsun diyoruz. Biz sizin vatanınızı sahiplenmiyoruz. Çıkaracaksanız çıkarın. Sizler sınırlarınızı açtınız biz de geldik. Her gün kovmaktan beter ediyorsunuz” diye tepkisini ve yılgınlığını dile getiriyor. Suriyelilerin sürekli deniz kenarlarında olduğu, keyifçi olduğuna ilişkin sözlerin de bıkkınlığını taşıyor. Mahallesindeki bir esnafın bir başka Suriyeliye, “Bir gidin de biz de denize girelim” demesine şahit olduğunu söylüyor. Tatilin de bir hak olduğunu bile ifade edemez halde, savunma yapmak zorunda kalıyor Sinem: “Ben hiç denize gitmedim. Sahil nasıl bir şey bilmem. Biz mahalledeki parklara bile çıkamıyoruz. Evlerimizden çıkamıyoruz ki gezmeye gidelim. Tek gezdiğimiz yer akrabalarımızın evleri. Eşim de bayramda 9 gün evdeydi.”

İstanbul’un bir ilçesinde kadınlarla yaptığımız sohbet aslında Türkiye genelinde emekçiler arasında süren tartışmalara bir ayna tutuyor. İktidarın uygulamaları her gün tepemize çöken yeni felaketler yaratırken sorumluları olarak bu felaketlerden etkilenen kesimler düşmanlaştırılıyor. Asıl sorumlular bu düşmanlaştırmaların arkasında saklanıyor, sorgulanmıyor. Mültecilerle birlikte eşit bir yaşamı nasıl kuracağımız, haklarımıza yapılacak saldırıları nasıl engelleyeceğimiz tartışmaları başlamadan kesilmiş oluyor. Oysa öfkemizi felaketlerden bizim gibi etkilenenlere değil en başında o felaketleri yaratanlara çevirdiğimizde gerçek sorumlulara işaret edip sorunlarımızı çözmek için adım atmış olacağız.

Fotoğraf:  Tim Mossholder/Unsplash

İlgili haberler
Mersin’den ‘Afganistan’a ses ver’ çağrısı

Mersin Kadın Platformu çağrısıyla kadınlar “Afganistanlı kadınlar yalnız değildir!” diyerek Afganist...

EŞİK: Afgan kadınlar ve Afgan halkı için harekete...

EŞİK yaptığı açıklamayla dünyaya seslendi: Afganistan’ın Taliban yönetimine terk edilmesini, Taliban...

Evinden edilen 330 bin Afgan’dan biri olan Maryam:...

Yılın başından beri çatışmaların artışıyla evinden edilen 330 bin Afgan'dan biri olan Maryam anlatıy...