Ana akım medyada gündüz kuşağında yer alan daha çok kadınlara yönelik reality- show tipi programlarda bu kadarına da pes dedirtecek insan manzaralarına tanık oluyoruz. Bunların arasında en dikkat çekeni; ister sevgili olsun, ister resmi nikahlı, imam nikahlı; çocuklu-çocuksuz, boşanmış, birlikteliklerin çok sancılı geçiyor olması.
Yapısal sorunlarımız pek az geliyor ekranlara: Kızların yaşlı erkeklerle evlendirilmesi, evlendirmek için okuldan alınması, yaş büyütmek için mahkemeye başvuru sayısının artması, buna karşılık çocuk damat sayısının çok az olması, imam nikahı, kızlara boşanma şansı vermemek için yapılan telkinler (“Gelinlikle çıktığın baba evine kefeninle dönersin…” Bu, başka bir yazı konusu. Kaldı ki kadın dernekleri, siteleri bu konuyla ciddi bir biçimde uğraşıyor ve bizi de aydınlatıyorlar.)
Programlarda izlediklerimize geçmeden önce soruna evrensel düzeyde bakmaya çalışalım:
Düşünmeden, ezbere hareket etme, anlık kararlar, insanlara her zaman hata yaptırır. Örneğin, konumuzla ilgili olarak denilebilir ki cinsellikte, edimin sorumluluğunu taşıma ehliyetini henüz elde etmeden, çok genç yaşta evlenip anne -baba olmanın neden olduğu sorunlar vardır ki, bundan çocuklar da payını alır. Ayrılıklar, boşanmalar çiftlerin kendilerini ilgilendirir; ama annelik, babalık sorumsuzluğu, düzensiz bir yaşam tarzını kaldırmaz. Gerçekçi olalım: Sosyologlar boşuna uyarmıyorlar; özdenetimin kaybolması, “bireysel ve toplumsal kaos ortamı hazırlar” diye.
Geleneksel toplumda din, insanın ahlakî değerleri güçlendirip içselleştirmesinde etkin bir rol oynuyordu. Modern toplumda bu işlevini toplumsal kontrol mekanizmalarıyla -yasalar, güvenlik güçleri, mobese kameraları- paylaşmak zorunda kaldı. Ama artık birey üzerinde dinin de hukuk sisteminin de yaptırımları bütünüyle belirleyici olamıyor.
Gençler, en başta geleneklerin kadın-erkek ilişkisini sınırlandırmasından rahatsızlık duyuyor. Aile ve çevre baskısından… İlişkinin sorumluluğunu üstlenecek olanlar için bunda elbette ki haklılık payı var. Ama ya diğerleri için? Hiçbir ahlâki denetleme organı olmasın mı?
Toplumsal tarih bize bunun olanaksızlığını gösteriyor. Ancak son yıllarda dünya gençleri arasında bazılarının beklentileri bu yönde.
NEDEN SON YILLARDA?
Malûm, maddi değerlerin tüketimine göre biçimlendiriyor. Televizyon, cep telefonu, internet, marka kullanma… Tüketici insan tipini yaratmak için medyayı, reklamları seferber ediyor. Maddi üretim maddi kültürünü de ortaya koymak zorunda: Mevsim sonu ucuzluğu, hafta sonu indirimi, iki alana üçüncüsü bedavalar, cep telefonu tarifeleri, yeni çıkan ürünler… Bireyin zihni sürekli bunlarla meşgul ediliyor, böylece insani özünden, ihtiyaçlarından uzaklaştırılarak yapay bir biçime (tüketici) sokulmuş oluyor. Bireyin etkilere en açık olduğu çağda, çocuk tüketici kitlesinin hal-i pür melâlini kendi pratiklerimizden çok iyi biliyoruz. Reklamlar, öğretmenlerden daha çok etkiliyor çocukları, desek, yeridir. Gerçek şu ki küresel kültür, bireyin kendini geliştirmesi için yönlendirmede bulunmuyor. İnsanlığı yüceltme anlamında manevi (tinsel) kültüre sahip çıkmaksa ne yazık ki artık bireysel çabaları gerektiriyor.Her tür kolektif bütünlüğün yararsızlığına inandırılmış genç, sözde bireyin tekilliğini koruyor. Yalnızca kendisiyle ilgili; kimi zaman kendisine karşı eleştirel, kimi zaman kendisiyle böbürlenen... Sınır tanımayan arzular, bunların tatmin edilememesinden doğan sorunlar… Hal böyleyken gencin sınırsız imgelem gücüyle yarattığı fantezilerini hayata geçirmesine izin verilebilir mi? Hele de cinsellik konusunda; sermayenin cinselliğe el koyduğu -çocuk pornografisi bile var!- bugünkü koşullarda…
Gelelim bize; ülkemizde insanların çok çabuk sınıf değiştirmesi, kırsal kesimden kente hızlı göç ya da kırsalda yaşamın kentleşmesi, birçok insanın orta ve zengin sınıfın yaşam biçimlerine -tüketim alışkanlıkları, zevkleri, aşkları, cinsel yaşamları, hobileri- öykünmelerine yol açtı.
Öte yandan teknoloji yaşamımız üzerinde daha önce hiç olmadığı kadar etkili olmaya başladı. Sorunlar, en mahrem sayılanları bile artık internet ortamında paylaşılıyor, tartışılıyor. Ancak gündelik hayatta sorgulamadan kullandığımız cep telefonu ve internet, zihinsel, kültürel gelişmemizi beklemeden ortaya çıktı. (Hani “vur dedik, öldürdü” hesabı) Küresel kültür, yaşamlarımıza, kararlarımıza müdahale eder hale geldi. Bu sürece hazırlıksız yakalanmanın, başka bir deyişle sindirememişlik halinin zararlarını çekiyoruz.
Kentlere göç, değer yargılarını da birlikte taşıyor ve geleneksel-modern çelişkisi çiftler arasında anlaşmazlık yaratıyor. İlişkilerde çiftlerin tutum ve davranışlarından içinde bulundukları koşullar etkili oluyor: Kentleşme, iç göç, aile yapısı… Hemşerilik ruhu ölmediğinden aileler çocuklarına kendi çevrelerinden kişilerle evlenmeleri için baskı yapıyorlar. Sorunları da hukuk yoluyla değil, kendi aralarında çözme eğilimi, aileler arasında oldukça yaygın.
Bu arada kadın, çağdaş dünyayla birlikte zorunlu bir biçimde değişip gelişiyor; ama bu, içsel bir dürtüden çok, dışsal zorlamalarla gerçekleşiyor. Kadının önüne fırsatlar çıkıyor çıkmasına ancak avantaj ve dezavantajları arasında bunalmış, sürekli kendisi ve çevresiyle mücadele halinde oluyor. Bu çabası onu güçlü kılıyor, onun yaşamı idare edebilme yetisini geliştiriyor. Erkek kadar, belki erkekten daha güçlü olabiliyor. Aşkı da çatışmayı göze alarak yaşıyor. Ancak süreç içerisinde bunun bedeli kendine yabancılaşması olabiliyor.
PEKİ, AŞKTA ‘GERÇEK DUYGULARI’ AYIRT ETMEK KOLAY MI?
Özellikle çocuk yaşta ailenin onayı olmadan, evden kaçarak tutkulu bir aşkla birlikte olanlar, evlenenler, başlangıçta aşkı yoğun yaşıyorlar. Ama belki cinsel istekle aşkı karıştırdıklarından ya da tüketim alışkanlığından, kısa sürede karşı tarafı yüceltilip ardından aşağılayabiliyorlar. Bu arada Sevgililer Gününün gençler üzerindeki etkisini de es geçmeyelim. Sevgililer Günü, dünyanın her yerinde kabul görüyor, milyonlar tarafından kutlanıyor; ama aşkın mal satmak için “kullanıldığı” aşk sarhoşluğu içinde umursanmıyor.Gerçekte çiftlerin aşktan beklentileri çok yüksek. Birbirlerinden kendilerine annelik babalık etmelerini bekliyorlar. İlişki kötü gitmeye başlayınca da kendileri olmaktan çıkıyorlar, hatta aralarında canavara dönüşenler bile olabiliyor. Eğer çiftlerin çocukları varsa hırslarının acısını onlar üzerinden çıkarmaktan çekinmiyorlar, birbirlerini çocukları göstermemeyle cezalandırıyorlar, tıpkı ekranlarda izlediklerimiz gibi… Velayet davaları, mahkeme kararına uymayanlar, tehditler, şantajlar, şiddet, dama taşı gibi anne-baba arasında oradan oraya sürüklenen çocuklar… Ya ekranda görünmeyenler? Bu tür olaylar o kadar artmış olmalı ki, akşam ana haberlere bile giriyor.
Sonuç olarak, eleştirel düşünce yoluyla değil, spontane olarak elde edilen “yeni” fikirler, kadın için de erkek için de trajedilere yol açabiliyor. Yaşamın olağan akışının sürebilmesi için, hele de birlikte yaşanan kişilere, en başta çocuklara karşı sorumluluk taşınıyorsa, düşünmeden harekete geçmenin özrü olamaz. Düşünce, her eylemin ön gereğidir, diye bilinir; çünkü eylem, düşüncenin sindirilmesinin sonucudur.
Uzmanlara göre olayları tetikleyen en büyük tehlike de cehalet. Bu genciyle yaşlısıyla hepimiz için geçerli. Birbiri içine girmiş sorunları ayrıştırarak netleştirmek, aşamadığımız o eşikleri aşmak için bulduğumuzu sandığımız çözümleri sorgulamamız, ancak bilgilenmeyle, bilinçlenmeyle mümkün; yalnızca “hayat tecrübesi” yeterli değil.
Yaşamdaki iş, eş gibi tercihlerimizde yaşamı algılayış biçimimiz rol oynuyor. Tercih hakkımız varsa görece özgürlüğümüzden söz edilebilir. Ancak çağdaş toplumda bireyin yaşamına yön veren özgür tercihleri (seçim) değil, yetiştiği ortam. Bu yüzden kişinin çocuk yaştan itibaren beslenme, barınma, eğitim, sanat, spor gibi bireyselleşmede rol oynayan maddi etkenlerden yoksun bırakılmaması yaşamsal önem taşıyor. Bu gün dünya genelinde kaç kişi nitelikli bir eğitim ve sağlık hizmeti alabiliyor? Çok çeşitli sorunların çıbanbaşı da, bu somut ihtiyaçların karşılanmasının gerek dünyada gerekse bizim ülkemizde politik bir mesele olarak görülmemesi. Oysa sorunlar, yönetimlerin başını ağrıtacak boyutlarda, katlanarak artıyor.
PEKİ, YAPILACAK HİÇ Mİ BİR ŞEY YOK?
Örneğin kadınıyla erkeğiyle, daha çocukken koşullandırılmış cinsel rol alışkanlıklarımızı dönüştürmekle işe başlayabiliriz. Aynı şekilde yaşamının eş ve annelikle sınırlandırılmasına ve kadının bu durumdan kurtulması için kadınların vereceği mücadeleye erkekler destek verebilir. Sonuçta sorun her iki cinsi de mağdur etmiyor mu?Asıl önemlisi de iş işten geçmeden, toplum olarak “Üç Maymunu Oynamak”tan bir an önce vazgeçmeliyiz!
İlgili haberler
Yalnız Bir Kadının Denge Arayışları
Tülin Tankut’un otuz yıl önce yazdığı “Yalnız Bir Kadının Denge Arayışları” adlı romanı, aralık ayın...
Azize Hemşire Miralay Tevfik’le neden evlendi?
Azize, eski ve yeni kocanın uğrunda birbiriyle kıyasıya mücadele ettiği ödül durumuna girdi adeta. A...
Kağıt deyip geçmeyin
Tuvalet kağıdının zamlanması kitlesel hastalıklara davetiye çıkarmaktır. Gazete kağıdının zamlanması...
- EN SON
- ÇOK OKUNAN
- ÖNERİLEN
Editörden
Bültenimize abone olun!
E-posta listesine kayıt oldunuz.