Mart ayına girerken kışın ağırlıklarıyla beraber yorgunluğumuzu, endişelerimizi, mutsuzluklarımızı da atmak istiyoruz. İşte tam da böyle bir gün var önümüzde: 8 Mart...
Öfkemizi umutla yer değiştirebildiğimiz; ev, iş, ülke üçlüsündeki dertlerimiz çok olsa da yalnız başına değil, hemhallerimizle derman aradığımız bir gün. Geleceği değiştirebileceğimizi hatırlatan bir gün.
Geleceği de ancak geçmişimizi bilerek değiştirebileceğimize göre o zaman, neydi 8 Mart’ı bize önemli kılan? O günkü durumumuz, taleplerimiz nelerdi bilirsek, belki bugün kazandıklarımız ve hala mücadele ettiklerimizi daha iyi anlar ve önümüze bir yol çizebiliriz.
KÖKLERİ SINIF SAVAŞINDA
Öncelikle bilelim ki Birleşmiş Milletlerin 1975’te Uluslararası Kadın Günü olarak ilan etmesinden çok daha önce, sınıf savaşında köklerini veren bir gün 8 Mart. Uluslararası Emekçi Kadınlar Günü olmasının nedeni de burada yatıyor. Tamamen kazanılmış bir kısa mesafe koşusundan çok; her gelen sene kazanacaklarımızın listesi artan ve direnç isteyen uzun soluklu bir maraton. Bu maratonun başını, kapitalizmin evinden çıkarıp fabrikalara götürdüğü kadınlar çekiyor ve bize kadar uzanıyor.Amerika’da iş gücünün henüz çoğunluğu erkeklerden oluşsa da, kadın ve özellikle çocuklar, daha ucuza çalıştırıldıklarından en çok tercih edilenlerdi. Özellikle tekstil sektöründe, kopan ipleri onarması için, minik çocukların 15-16 saat çalışmaktan narinliğini yitirmiş elleri kullanılıyordu. Henüz dikiş makinesi icat edilmediği için ‘kadın işi’ olarak görülen dikiş için kadınlar işe alınıyordu. Tekstil fabrikalarında işe giren kadınların çoğunluğu henüz evlenmemiş genç kadınlardı, ama yanlarında küçük kızlarını alıp gelen kadınlar da vardı. Ailelerinden ayrılarak fabrika sahiplerinin ayarladığı ve sıkı kuralların olduğu pansiyon ve yurtları kiralıyorlardı. Çalışma koşulları içler acısıydı; saatlerce çalışmaktan gündüzü göremiyorlardı, aldıkları ücretse çok düşüktü.
LOWELL’DA KURULAN KADIN ÖRGÜTÜ
İşte, bu fabrikalardan biri, Lowell. Kadınlar, 1834’te ücretlerinin yüzde 15 düşürülmesine karşı greve çıkmış, ama örgütsüz olduklarından başarısızlıkla sonuçlanmıştı. Koşulların giderek ağırlaşmasıyla kadınlar da yenilgilerden dersler çıkararak değişim için örgütlenmenin ilk adımlarını atmaya başladı. 1840’larda çalışma gününün 10 saate indirilmesi kampanyası için imza toplamaya başladılar. Amerika’da işçi kadınların ilk örgütü, Lowell Kadın İşçileri Reform Derneği (Lowell Female Labor Reform Association-LFLRA) 1845’te kuruldu. Başta sadece ileri işçi kadınların oluşturduğu küçük bir komiteyken üye sayısı giderek artan bir örgüte dönüştü. Örgüt, yayın organı olarak “Voice of Industry” (Endüstrinin Sesi) gazetesini kullanarak daha çok kadın işçiye ulaştı.İŞÇİ KADINLARIN DOKUDUĞU TARİH
Lowell, kadınların hem üretimin hem de değiştirme isteğinin parçası olduğunu gösteren ilk örneklerden. Ardından irili ufaklı birçok ayaklanma ve grevde kadın işçileri görmek mümkündü artık. Ve kadınlar binler, on binler halinde hak mücadelelerine atıldı.New York’ta kurulu Cotton Tekstil Fabrikası’nda greve çıkan binlerce kadın işçinin talepleri şöyleydi: Çalışma koşulların iyileştirilmesi, iş gününün 10 saate indirilmesi, eşit işe eşit ücret.
Patron diğer işçilerin dayanışmasını önlemek için fabrikanın kapılarına kilit vurdu. Olaylar sırasında fabrika içinde şüpheli bir yangın başladı. Kaçabilecek hiçbir yeri olmayan kadın işçilerden 129’u yanarak hayatını kaybetti. Takvimler 8 Mart 1857’yi gösteriyordu...
1908’de yine mart ayında ve yine dokuma işçisi kadınlar bu kez 8 saat iş günü, çocuk emeği sömürüsüne son verilmesi ve kadınlara oy hakkının tanınması gibi taleplerle greve gitti.
20 BİNLERİN AYAKLANMASI
Bu dalga dalga gelen eylemlerin biri de tarihte “20 Binlerin Ayaklanması” adıyla anılacak olan, çoğunluğu Yahudi, Rus ve İtalyan göçmeni New Yorklu tekstil işçilerinin greviydi. 23 Kasım 1909’da başlatılan on bir haftalık bu grev, Amerikan tarihinde kadınların başını çektiği en büyük grev olarak biliniyor.
Binlerce işçi ‘shirtwaist’ denilen bluz üretiminde çalışıyor, patronlar milyon dolarlar kazanıyordu. Ne var ki üretimin bu bolluğuna karşılık işçiler sadece karın tokluğuna çalışıyordu. Özellikle vasıfsız yeni işçiler, çok düşük ücretler karşılığında çalışmak zorunda kalıyordu. Bu vasıfsız işçilerse genellikle evlenene kadar çalışan, genç, Yahudi kadınlardı.
Ücretlerin düşük, koşulların ağır, saatlerin uzun, sömürünün bol olduğu ama güvenliğin ve güvencenin olmadığı işler için İngilizcedeki tabir ‘sweatshop’; yapılan işin ağırlığı kadar pisliğini de anlatacak en iyi ifadeyle ‘ter dökülen işyeri’. İşte tam da böyleydi bu işyerleri...
Kalabalık, havasız odalarda, sağlıksız koşullarda saatlerce çalışıyorlardı. Verilen araların dışında tuvalete gitmeleri bile yasak olduğundan, işçiler idrarlarını oldukları yere yapmak zorunda bırakılıyordu. Bu da çalıştıkları yerin daha da pis ve sağlıksız olmasına yol açıyordu. Zaten havada uçuşan kumaş artıklarından nefes almak zordu. Ayrıca aldıkları üç kuruşluk ücretle kendi dikiş malzemelerini temin etmek zorundalardı. Bir de işçileri aşağılarcasına, çalışma saatlerinde kapılar üzerlerine kilitleniyor ve çıkışta bir şey çalıp çalmadıkları kontrol ediliyordu.
CLARA LEMLİCH VE DİĞERLERİ
Tüm bunlar canına tak etti işçilerin. Daha iyi yaşamayı hak ettikleri düşünceleri ve grev söylentileri dolaşıyordu. Bu durum “genç kızların bir genel grevi sürdüremeyeceğini” düşünen Kadınların Sendika Ligi (WTUL) gibi sendikaları da zorluyordu. Kurulalı henüz 9 yıl olmuş Uluslararası Kadın Giyim İşçileri Sendikası’nın (ILGWU) bir kadın örgütçüsü, WTUL’un bir toplantısında ayağa fırlayıp “Burada bahsedilen dayanılmaz koşullardan muzdarip olanlardan biriyim ve genel şeylerin konuşulmasından bıktım. Greve çıkıp çıkmayacağımızı konuşmak için buradayız. Hemen genel greve gitmeyi öneriyorum!” dediğinde tüm işçilerin desteğini almıştı. Bu kadın, kendisi de göçmen bir işçi olan sosyalist Clara Lemlich’ti.Clara gibi liderlerin önderliğinde birkaç hafta içinde, göçmen kadınların başını çektiği, grev ilan edildi. İstekleri çok basitti aslında; ücretlerin artırılıp çalışma saatlerinin azaltılması ve iş güvenliği istiyorlardı. Bir de özellikle kadınların yaşadığı taciz ve tehditlerin son bulmasını... Ve elbette etrafında örgütlendikleri sendikalarının tanınmasını istiyorlardı ki örgütlülükleri kendilerine güvence olsun.
KADINLARI HİÇBİR ŞEY CAYDIRAMADI
23 Kasım’da binlerce işçi işyerlerinden çıkıp işi durdurmuştu, ama gazeteler sanki hiçbir şey olmuyormuş gibi davranıyordu. Ancak başta göçmen örgütleri ve Sosyalist Parti’nin desteğini alan kadınlar zamanla halkın desteğini de aldılar. ‘Kürk timi’ diye adlandırılan zengin kadınlar da işçiler için kampanya başlattığında artık gazeteler de onları yazmaya başladı.Diğer yandan patronlar grevi kırmak için ellerinden geleni yapıyordu. Kadınlara saldırtmak için sopalı adamlar tutuyor, polislere ve hâkimlerine rüşvet veriyorlardı. Fakat kadınları hiçbir şey caydıramadı. 1910 Şubat’ında 353 firmadan 339’u sözleşme imzalamak zorunda kaldı.
Taleplerin çoğu kabul edilmişti; 52’ye düşürülen haftalık çalışma saati, yılda en az dört günlük ücretli izin, dikiş malzemelerinin patron tarafından sağlanması, sendika üyelerine ayrımcılık yapılmaması, işverenle ücret pazarlığı ve ölü sezonlarda işin eşit dağıtımı...
Bu grevden sonra, 1910 yılında, II. Enternasyonal’in Danimarka’nın Kopenhag kentinde gerçekleştirdiği konferansta, Alman delege Clara Zetkin, Amerikalı dokuma işçisi kadınların mücadelelerinden de hareketle, kadınlar için uluslararası bir mücadele günü ilan edilmesini önerdi. Bu tarihten itibaren 8 Mart, kadınların cinsel ve sınıfsal sömürüye karşı, eşit ve özgür bir yaşam taleplerini haykırdığı, haklarına sahip çıktığı uluslararası bir mücadele günü olarak tarihe geçti.
TRİANGLE YANGINININ ATEŞİ
1911’de ilk kez dünya çapında kutlandı. Amerika’da ise şubat ayı sonunda sosyalist kadınlar örgütlemişti binlerce kadının katıldığı, taleplerini haykırdığı eylemleri. Birkaç hafta sonra, “8 Mart belleği”mize büyük ve acı bir olay daha eklendi.
20 binler grevinde sendikayı tanımamakta ve sözleşmeyi imzalamakta direten işyerlerinden Triangle Shirtwaist Factory’de yaşandı bu olay. Eğer diğer işyerlerinde olduğu gibi Triangle patronu da sözleşmeyi imzalanmış olsaydı, işçilerin can güvenliği için gerekenleri yapsaydı işçilerin üzerine kapı kilitlenmeyebilir, asansörlerin ve yangın çıkışlarının güvenliği sağlanabilirdi. Ve Triangle’nin adı, 25 Mart 1911’de 146 tekstil işçisinin –123’ü kadın, 23’ü erkek– yanarak can verdiği fabrika olarak tarihe geçmeyebilirdi.
Bu yangın, insanca çalışma koşulları için mücadele halindeki işçi hareketini daha da harladı. Başta Uluslararası Kadın Giyim İşçileri Sendikası olmak üzere sendikalar, işçi sağlığı ve güvenliğini temel mücadele taleplerinden biri haline getirdi. Amerika’daki çalışma yasalarının değişmesini, işçi güvenliği ve sağlığı ile ilgili ilk yasal düzenlemelerin getirilmesini sağladı.
İlgili haberler
GÜNÜN BELLEĞİ: Marksizmin izinden Eleanor Marx
Kapitalizm koşullarında kadınların durumunu ortaya koyan Eleanor, ustaları Marx ve Engels’den öğrend...
Lowell Mill Girls (Lowell Fabrikası Kızları)
ABD’de kurulan ilk -ve belki de tek- sadece kadınlardan oluşan bir sendika, ‘Fabrika Kızları Birliği...
Savaşa, sömürüye, şiddete karşı YAŞASIN 8 MART!
8 Mart içi boş laflarla ‘vitrin’ yapılacak bir ‘Kadınlar Günü’ değildir. 8 Mart hem evde hem işyerin...
- EN SON
- ÇOK OKUNAN
- ÖNERİLEN
Editörden
Bültenimize abone olun!
E-posta listesine kayıt oldunuz.