GÜNÜN ÖYKÜSÜ: Tarhana can
O ânı hayal et diyordu. Hezarfen’i azıcık düşün, gözünü kapat o kanatları sana vereceğiz, kimse bilmeyecek. Saldın kendini kuleden. Var gerisini sen hayal et. Et. Et çekinme...

Korkmuşum sanki. Birden kabardı dalga. Kayalığın ucundan PABUCUMA saldırdı. Islanır kurur oysa. Bir süre ılıklıkla keskin soğuk arasında gider gelirim. Boyumu aşacakmışçasına ha haha güleyim dedim saçımı aldı kökünden bileğine doladı, nemli ayak ucumla geri çekilmeye yer bulamadım geri gidemedim, dizim sıyrılıp en sivri ucundan, kıçımın üstüne düşüp bir de diklenmem yanıma kalınca, sindim. Korkmadım yine. Avucum içi kayaya yapışık sonradan silkelenecek ufak taşlar. Düdüğü duydum sonra sanki omuriliğim çekilirmiş çok geri gitmezsem gelip beni biçecek – fısıldadı önce martı seni kim gönderdi o, o, o dedi güvendim- geri gittim. Abandım avucuma. Derin derin çizilsin. Yarılsın bulutlar güneş batmıyor mu? Turunç olmayacak mı gök? Önünde de dalga kabarsın beni yutsun dedim.

Hani yekpare deniz, iki yükselmiş toprağın arasında duruyor ya ben ona bakıp hayretler içinde kalırken kendi içime dönebildim. İtiraftan öte, o boğazdaki martılara saplanan ÇATAPATLARIN anlık patlaması. Yırtan ve delen bugünü, ânı. Islandın ya şimdi hatırla.

Dergâhtan çıktım. Yüzümü sürdüğüm insanın etek ucunun tadı dudağımın kenarında kalmış. Sol kulağımda genzinden gelen çınlamadan beter nağmenin hırıltısı vardı. Güzel yüzüne bir kez kaldırıp bakamadığımı başımı, kaç sene oldu diye kendime kızarak. Yolun çarpık yuvarlak taşı âh topuğumun tersine geldi. Eğdi bileğimi. Uzanıp orama bir an bükse de dilimi ona bir söz etsem diledim. Hafifçe kızaran yere dudağım arasından azcık tükürük çekip sürdüm. Eve kadar idare eder.

Köhne tahta evlerin çatısına tünemiş kuşun gözün değerken aklımdan geçen babanın sakalından süzülen çorbanın tiksintisine boğulup gitmekten çıkardım kendimi. Bunu düşünürken kendimi sona aldım ki önemsemeyeyim, sonunda her şeyin kişi öyle aç ve önemsiz. Çıktım basamağa ve kapıyı tıklattım. Açtılar.

“Zor zor zor zor zamanlar” diye zor’u ağzından çıkarmaya çalışan yarı kekeme babanın sofrasına oturdum. Dua ettik. Şükrettik. Tarhana kaşıktan aktı. Analarım öylece bakıp ekmeği uzatmayı akıl etti. Abdülhamid’in kutlu varlığına şükreden ağzın altından tuzu aldım, önümdeki ahşap tasa boca ettim. Aşırı bir tatla uyarılan damağımdan akabilen zihnim zor zor zor zor yutmak diye bağırırken midemi zapt ettim. Kim bilir kaçıncı cüzün arkasına yazdığım hikâyeyi devam ettirmek için tandırın gelmesini sabırsızca beklerken, yüzümü asıl anamın omzuna dayadım. Şöyle bir kıpırdandı çenem dışar etti. Hoş değildim. Pilavın üstünden aşırılan kaşığın ucundan baktım. Bıyığına takılmış taneler konuştu: “Unutmuşlar tevekkülü ve geceyi. Nüshalar geçti elime. Okumam. Göz attım. Unutmuşlar padişahın gölgesini. Sanki güneş varmış sahra misali yaşar bunlar.” O zamanlar on altı, nasılsa kurtulan verilivermekten bir sofuya, gittim geldim dergâha. Çok okuyor, iyi okuyor, taneli okuyor, nağmeli okuyor dediler de kurtuldum. İkinci bir yüzeyden aşırandan. Pinhan.

Her gün Üsküdar’dan Kanlıca’ya çekçek araba. Dergâhtan eve sallanırken o geceyi düşünmek. Tevekkülü sakladığım çarşaf altından kendime gülümserdim. Birileri gidiyormuş birileri bir şeylere direniyormuş. Öyle söylerlerdi. Aslı neydi? Hadiste geçer miydi? Vekf yazsak üstesinden gelir miydik? Bilemezdim. Gözüm boş sayfaya takılı pilavın bitmesini bekleyip anaları salıp koyna son soluk yüzümde ekşimesin dilemekten.

Çok acayipti. İkisi de çıplaktı. Gözüm alabildiğine ıslaktılar. Terden. Onlara bağırmak isterdim. Dokunun birbirinize. Bağırmazdım. Bana ilişmeyin. Bir istilaydı bu. Üstüme yürürlerken ortalarından kaçmadan dimdik durmama meydan okuyan. Aralarında ezilip büzülecek yahut sessiz ama inleyecek ben o değildim. Bir yürüyüşüm vardı. İki adımda bile o ikisi arasında ellerimle yarattığım aralıkla -göğüslerden içre- özerkliğimde kasığımın tahakkümünü sürebilir, o ben. Ben. Adını dilini bilmediğim teni tenimden farklı pütürlü çıkardı dilini o bile farklı ve çok başka derisi. Ucundan sarkacak denli uzun kocaman kapkara, kesilmemiş hayret. Seni nasıl bıraktılar? Hayret ya. Seni nasıl sağ ve bunca uzun ve bunca etli ve bunca damarla ve bunca güçle?

Komik de geliyordu kimi zaman. O iki yakanın birleşememesi bir türlü. İki tarafta da kutlu yatırlar ermişler evliyalar ermişler dervişler abdallar vardı. Onlar birbirlerine kavuşmak istemez mi? Hikmet gösterip şu iki yakayı bir araya getirmezler mi diye düşünürken hikâyeyi yazmaya koyuluşumu severdim. Sağdan sola gidecekken öne arkaya.

Dergâh duvarları ötesinde kapalı, inançlıydı. Kızlarla kadınlar orada Farsçanın güzel söyleyişinden nasip alıp Kur’anın hikmetinden sual olunurken, daha içerde ne yaptığımızı birbirimize bile gözümüzün bebeğinden söylemezdik. Bir kara sakalın ardından dökülen daha güzel sözler vardı. El yazmasıydı. Dergâhın dervişlerinden Mahmuh El-Mamut-ül İnancivan’dan bizzat gelmişlerdi. Aklımıza yatan şeylerdi. Hadis yazar gibi yaparak onları çoğaltıyor, oruç tutuyor, suyu mürekkebe katıp genzimizden esirgiyorduk.

Toprak sözcüğünün sınırlarla çevrildiği yerler vardı, onlar kendine mahsustu. İnsan dedikleri, bambaşkaydı. Bambaşka olmak isteyebilirdi. Uçmuş gibi hani. Salmış gibi kendisi iç göğe. O ânı hayal et diyordu. Hezarfen’i azıcık düşün, gözünü kapat o kanatları sana vereceğiz, kimse bilmeyecek. Saldın kendini kuleden. Var gerisini sen hayal et. Et. Et çekinme. Saldın bak ayakların hafifledi omuzların gövdenden yükseldi. Yürümekle eş. Çok çok çok hızlı. Bir amaç uğruna. Çok susamış da az ötede kaynak görmüşsün. Öyle seri. Çarçabuk. Eteğin ayağına dolanmıyor o yok hiç düşünme. İstediğin kadar çıplaksın. Kendinin izin verdiği yerde soyunuyorsun kurtuluyorsun bir bir çarşaf salınıp gidiyor, hırka sökülüyor. Dilinin altına bir kelime verdim. Al onu em. Akideden daha küçümen: “Özgür”.
Canım çekilirdi korkardım o zamanlar sürekli üretip durmaktan aynı metni.
İnanılan sözcük yazıldıkça büyüyormuş, kırk sene sonra iyice öğrenecek olan bizler birer birer vazgeçiyorduk. Dergâhı terk eden çarşafın haddi hesabı, sanki bir tek ben kalacakmışım diye güler geçerken.

İkisiyle birlikte döllenmek döne döne döllen vahyi inmiş bana ha haha o olmadı bu da olmadı özgür değilsin ki kaç kere yazdıysan o kadar değil değilledik seni o kadar aç aç aç terimin damlayışını hissedip gözüm tahtaboşta. Esiri olabilecekken tutkunun kölesi olmak ne kadar küçültüyormuş insanı.
Beni aldılar. Ahıra götürdüler. Habeşistan’dan gelmiş bir köleyle çiftleştirdiler. Kaç zaman sürdü hesaplamadım. İnanç nedir sahabe kimdir oruç ne içindir unuttum.

Çocukluğumu pek iyi hatırlardım. Hamid’le devedikeni arası çubuk yontmaları, şerbet yuvarlama ile top patlamadan yalancı açlık gidermeleri. O tepeden bakar, bir önümüze bir arkamıza birbirimize laflar ederdik. O derdi: Ben gideceğim Venedik’e tüccar olacağım hiç sevmiyorum yeşili, seccadeye basıyorum, parayı anlıyorum, dükalık ne bildim, kulenin taşına dokununca içim ürperiyor. Ben derdim: Sürekli yazdırdıkları bir şey var işte ona bürüneceğim ve uçacağım, bu zamanda ve bütün zamanlarda canım en çok insanın üstüne kanat germek istiyor. Bir de o tarağı dervişten alacağım saçıma süreceğim, tülbent üstü ipek sevmem, ha bir de o çubuğu acayip acayip rüyalar gördürüyormuş okudum tefsirin birinde hemen aldı elimden hocahanım, o otu bulacağım. O zaman bütün çocukların daldığı o bilindik uykuya dalacağım.
Tarhana topak topak bıyıkta kalırsa ne kadar suyla yunsa da esamesi okunur dudakta.
O dudak benimkine değer, herkes yattıktan sonra ama uyuduktan sonra mı? Duyarlar bilirim.
Padişahın ötesinden bile geçemeyecek olan ben, ona kafa tutan bir sakalın yamandığı dudağın sözlerini ezbere kopya ediyorken, gençmiş yiğitmiş, Çerkeslerden hoşlanırmış, Namık’mış, ne bileyim, yıllardır kendi yasak sözcüğümü yazamadan. 

Önce açılır kapısı, gaz lambası huzme ışık sakalından yarısı
Pamuğun üstünde dönüp kıçımı örtüp soluk tut soluk tut
Adın söylerse soluk tut
Adın söylemez de hırıldarsa soluk tut
Bırak nefesi uzanıp saçını okşayıp huzme kısalırsa
Kulağına “biz size kızlarınızı karılarınızı biz size dişilerinizi kısraklarınızı
Saklı köşede ve siz dilediğince dölleyesiniz diye verdik”
Sonra kapanır kapısı, kaldırılan kumaşın sesi
Kıçın arası kıpkırmızı
Babam oradan yavaşça usulca cacacaboğulmuşça
Taşana deniz yükselsene toprak dermişsin ya
Biz Kafkasya’dan sürgün edildik size verildik
Alın bizi yumurtladığımız ne kadar insan varsa hepsini boğun ezin
Etiniz arası
Dişiniz arası.”

Ama çok büyümüştüm artık ve ele geliyordum. Memem vardı ve göbeğim. Kıçımın üstü avuçlanacak kıvamı çarşafından duyurur salınırmış öyle fısıldadı kulağıma taşlıkta görmüş, benim belim ağrıyordu çok yağlıydı pilav, her akşam her akşam, yazmam gereken hikâyeye vakit için daha fazla ışık ve bir rahle bir öbür kardeşlerden ayrılmış bir alan – Namık olsa özgürlük der mi ha haha- kaldır kıçını derse kaldırırım. Sustuğum dergâh içinde tevekkül sayılır.

Kaçtım. Yürüdüm önce. Sonra biraz koşarca. Yoruldum yürümeye döndüm. Akım bulaca etim kazınmış. Dergâhta yazamadığım saklı tutmam gerekenleri bir heybeye doldurup babamın içime saldıklarını kurutup – zıplaya zıplayazıplaya cenin düşer zıplaya zıplayazıplaya- hem yuvadan esirgenip hem dergâhtan ya ben kimsesiz ya ben öksüz ya ben yetim acınmalıkların en birincisi ha haha. Dur dur dur. Farsça bambaşka terkipler kurar, Kur’an’dan bambaşka ayetler bulup uydururduk, sen şimdi babana ne yaptın toprağına ne yaptın Namık’ına ne ettin?

Atlı araba çok uzaklara gitmeden evvel değişecekken koştum yakaladım. Kirlenmiş feraceyi sıyırdım. Kendimi azıcık önüne attım. “Ben” dedim. “Ben.” 
Ben dedim ben cümle altı kalmış ne demek istedinse bir bir
Tane tane ve kâğıtlardan kağıtlara geçmezce bir yanlış etmeden
Kulağım şişik dişim ağrır kasığım yara
Bir yanda Abdülhamid’in üstünü çizip tarhanayla sofrada
Öbür taraf kelime peşi sıra et yahut Silistre
Ben dedim beeeeen, bilir misin Çerkes diyarından, çok uzaktan
Çarşaf içre bacağım kısa meme koca dudağım sarkık
Köle babasına bir dergâhta kutlu çocuklara bir
Tohumun sülaleden sürenine her gece
Hay hayhay lanet olasıca ayet yok muydu benimle ilgili
Geçer mi onun yerine saklı yazdırdığınız “özgür” kelimesi
Mesela o geceleri babasının kıçından soktuğu etinden sakınmak mı demekti?
Fazla insan alamayız dedi yanındaki, kocaman hava bükülen bıyıklarına baktım. O zamana kadar denizin usuluna bakıp şaşıran ben ayaklarım ıslansın korkmadım kanatlarım açtım. 

Uçabilirdim.
Üzerlerine çırparak kanadı haykırdım, bunların hepsi rüzgârın işlevini eyledi.

İNSAN NEDİR? BEN NEDİR? DERGÂHIN HİKMETİ KİMDENDİR? ORUÇ ONDAN GELİYORSA AÇILIKLA TERBİYE OLAN MİDEMDEN BOĞAZIMIN SUSUZLUĞU KİMİNDİR GÜNLERİN BİTMEDİĞİ DUVARIN ARDINDA? TEVEKKÜL NEDİR? AYET NEREDEDİR? KİM İNANMIŞTIR? ONU KİM YAZMIŞTIR? ASLOLAN KURALI KİM KOYMUŞTUR? İNANDIĞINIZ ALLAH BABA NEDİR? ÂNA SİNMİŞ MİDİR? TARHANANIN DAMLADIĞI SAKAL KİMİNDİR? TARHANIN TOPAKLANMIŞ PARÇASI BABAMIN AĞZINDAN KIÇIMA AKINCA BEN KİMİMDİR? İNSAN NEDİR? BİZİM BAHÇE İÇRE KEDİ NEDİR? KİME MİYAVLAR? CAN MIDIR NEFES ALAN? CAN MIDIR HER CANİ? TOPRAK KASTI SINIRDAN ÖTE BİZ KİMİZDİR? KİMLİK NEDİRDEN ÖNCE HANE İÇRE KIÇ ARASI ARAYACAK BİR ŞEY YOK MUDUR? HABEŞİSTAN NEREDİR, KUTLU DÖLLENME KİM İÇİNDİR? BENİ ÖNCE DERGÂHTA KUTLU EVLAT İÇİN MÜMİN ALTI YATIRAN HOCADAN BABANIN KUTLU ZEVK İÇİN KIÇIM ARASI KAYAN UZUN ETİ İÇİN NE DEMELİYİZ? DOSDOĞRU VE SİZİN RİKANIZDAN KOPYA ETMEK CAİZ MİDİR? İYİ BİR ŞEY YAPTIM MI BEN? BİR HOCA DEDİ KOPYA ETTİM BİR HOCA DEDİ AÇTIM BACAK UZANDIM. ÇOK UMDUM O GECE GELMESİN TARHANA, HADİS ARKASI BİR HİKÂYEM VARDI BEN DE SAĞDAN SOLA BİR ŞEY YAZACAĞIM DİYE. DALGALARI DALGALARI. DALGALARI YAZACAKTIM. AYAKLARIM NASIL ISLANDI BEN KORKTUM. ÜSTÜNE KAPANACAK SANDIM. ONLAR SİZDEN YÜREKLİ ÇIKTI. UFAK NEMLER BIRAKARAK GİTTİLER. SİZ KILLARINIZIN ÜSTÜNDEN KALICI NEMLER SALDINIZ ÜSTÜME DEMEK İSTEDİĞİMİ. BİR SORUM OLACAKTI? DURDURMUŞKEN ARABANIZI. BENİ DE ALIN SÜRGÜNÜZE. VE NEREYE GİDERSENİZ. KIÇ ARASI KAYIVEREN ETTEN FENA VE HABEŞİSTAN’DAN FENA VE YAZAMADIĞIM HİKAYENİN SONUNDAN VE AYETİN TEFSİRİNDEN DAHA KÖTÜ OLAMAZ.

Derim sınırında zamanla güçsüz kalıyorum, üşüyorum, sonra titreme. Hayvan değilim. Tüyüm yok kürküm yok alın beni diye bağıramadım. Onun yerine sindim. Uçamadım da sesim çıkmadı onca yıldır yazdığım gizli evrakın kenarına ilişemedim. Adını söyledim. Sustum şöyle çarşafı sıyırdığımdan öylece bir kumaşın düşüşüyle kaldım.
Oradan dönmek nedir? Tam buradan, hanenin dibinden. Hamid’in bana çocukken öğrettiğinden, ayrılıp gençlikten birden fersahlanmak toprak onu ayırmazken kim kimdendi henüz sadece süngülenen göğsü bilirken üşürken ayak nem nemnem. Adımı dergâhla babam arasında pay etmişken. Ben vardı, arabasına atlayan. Paris dediler, kat edilen,
çok az sonra parçaladığım kumaşa ses etmeyen din dindin deyince geçmiş zaman sayan, İNSAN BİR ŞEY YA, BEN BİR ŞEY DEDİM ALTTAN ALTA ONUN HAKKINDA diye yukarı kalkan, 

bıyığı ilk kez tarhanasız kabullenebilmek.

Öykünün yazarı Nazlı Karabıyıkoğlu kimdir?
1985’te doğdu. İstanbul Üniversitesi İşletme Fakültesi İngilizce İşletme bölümünden mezun oldu. İskele, Olivya Çıkmazı ve Hayvanların Tarafı adlı öykü kitapları bulunuyor. Boğaziçi Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünde yüksek lisans çalışmalarına devam etmektedir.

İlgili haberler
GÜNÜN ÖYKÜSÜ: Kum gibi

“Annem kitap okumazdı. İşi, gücü temizlik. Bizi, iki kızını sevmeye vakti yoktu. Ev, onun komuta ala...

GÜNÜN ÖYKÜSÜ: Kırda bir pazar

Küçük bir kız çocuğunun öyküsü bu. Yasemin Yazıcı’nın kaleminden hayatın acımasızlığı ile çok erken...

GÜNÜN ÖYKÜSÜ: Ben sizi ararım

Yokuşu yarıladığında iş görüşmesinde giyilmemesi gereken ne varsa üstüne geçirdiğini fark etti. İş g...