Sobadaki niyaz eve güzel, nefis bir koku salmıştı. Evde tek oturan kadın bir yandan pencerenin buğusunu silip yağmurun temposunu tutuyordu, bir yandan sobanın. Anında nasırlı kıvrak eller sobanın gözünde bulunan niyaza gerekli müdahaleyi yapıp yanmasını engelliyordu. Sonra dönüp pencere kenarına, yağmur eşliğinde, gidenleri düşünüyordu. Gidenler o kadar çoktu ki; yollar hep ileriye akıyordu ya da dönen hiç yoktu… buralarda böyleydi, her şey düşüncelerle yoğruluyordu. Düşündükçe azalacak gibiydi tüm acılar, hiç azalmıyordu oysa. Yağmur tuhaf bir hüzün getirmişti yüreğine… Sonra yağmuru delip geçen sızılı sesler işitti acılı ana. Korktu… Pencereyi açtı. Yağmur damlaları içeri damlıyordu, sesler ise netleşiyor. ‘Fıratttttt’ diye bir feryat işitti. Yığıldı pencere kenarına, bir fısıltı şeklinde sızlandı kadın: ‘wiyyyy lawominnn’ … sesler yakınlaştı. Baba bağırdı dışarıdan, sesi yağmuru delip geçti: “Xece yere bir yatak daha ser, Fırat bugün misafirimizdir.” Xece, yüreği yangın yeri Xece, serdi bir yatak daha yanı başına. Fıratı misafirdi evine son kez. Son kez aldı kucağına yavrusunu. Yatağın içinde, geceye saklanmış ağıtlar ses buldu tekrar. Üçüncü cenazesiydi Xece’nin; yollarla bağı kopmuştu böylelikle. Yolların artık ne getireceği ne götüreceği kimse kalmıştı. Tüm gidenleri düşündü; Fıratına sarılı şekilde mırıldandı zavallı yaşlı kadın: “wiyyyy lawominnnnnn”…
BİR İNSAN ÖLÜRKEN DOĞAN İNSANLAR
Yaşamdır, zordur. Kadın olup yaşamak çok daha zordur. Hele bir de Kürt kadınsanız zorluğunuza zorluk eklenir. Seçme şansınız pek yoktur: Çünkü kayıtlarda var olmayan sıcak bir savaşın içinde doğmuşsunuzdur ve bu sıcak savaşa yeni tanıklar doğuracaksınızdır istemeden. Şimdilerde 20’li yaşlarında olan 90 kuşağı yaşanan sıcak savaşın birer sonucu belki de. Bir savaşın eşiğinde doğmuş, çocuklukta hiç yaşanmayacak şeyleri yaşamış bir kuşak. Evde konuşulurken düşüncesi dahi alınmaya gerek görülmeyen bu çocuklar, birçok yetişkinin söyleyemeyeceği ve hatta düşünemeyeceği cevaplar veriyorlar, içinde bulundukları bu sıcak savaşa. Evrensel Basım Yayın’dan çıkan “Ben Bir Taşım” kitabıyla Müge Tuzcuoğlu bu cevapları ele almış. Ve kitabın ilk paragrafında bulunan bir cümle her şeyi özetliyor: “Kürtçe, bu toprakları mesken etmiş insanların ilklerinden; 90 yıl önceki katliamlar, bin yıl öncesinin çatışmalarından; bugünkü taş, otuz yıl öncesinin ilk kurşunundan bağımsız değil yani”. Ve barış elbet tüm bu yaşananlardan, verilmiş mücadelelerden bağımsız olmayacak. Çocuklar barışın tüm bunların bir sonucu olmasını umuyor; ellerine aldıkları her taşla aslında barışı örüyorlar. Kendilerini duymayan bu sisteme seslerini duyurmaya çalışıyorlar. Başarırlar mı bilinmez; ama hepsinin korkusu bunları başaramamak durumunda tekrar 90’ların yaşanması. Onlar artık ölüm istemiyor: Çünkü onlar “bir insan ölürken doğan insanlar”. Onlar bu savaşın sonucunu da yaşamak zorunda kalan kuşak. Kimisinin babası öldürülmüş, kimisinin abisi; kimisi içerde kalmış aylarca, kimisi arkadaşını o koğuşta tek bıraktığı için kahrolmuş… Yani sizin anlayacağınız bu çocuklar içerde ya da dışarıda aynı zindanı yaşamışlar. 13 KURŞUNLU ÇOCUK BEDENLERİ
Kitapta bir çocuk dönüp soruyor yazarımıza: “bir insanın vücudundan 12 tane kurşun çıkartılır mı Müge abla ya…”, babasının vücudundan 12 tane kurşun çıkarılmış. Peki, olamaz mı? Öyle bir olur ki; küçücük bedenlere on üç kurşun sığdırmış zihniyet, bir yetişkinin bedenine on iki kurşunu niye sığdırmasın ki… Ne tuhaf değil mi; diğer ülkelerde bir kişinin ölmesi ya da öldürülmesi ülkeyi ayağa kaldırırken, bizde gidenlerin sayısı bilinmiyor…SİZ HİÇ YOLLARDAN BİR ÖLÜM HABERİ BEKLEDİNİZ Mİ?
Müge Tuzcuoğlu gidenleri, arkada kalanların hikâyelerini çocuklardan dinliyor. Orada en büyük heyecan yol çizgileri ve o çizgilerin verdiği ‘yolların hiç bitmeyeceği’ hissi. Hayallerin tek kurulabildiği yerdir yolculuklar, içinde umudu barındırır. Ama bu sadece çocuklar için böyledir. Yolların bir de diğer yönü vardır, özellikle analarda anlam bulan. Yollar ayrılıktır, acıdır, ölümdür… Yollar yeni gidişlere gebedir, yeni yitirilişlere… yollar anaların gözünde bir damla yaş, yüreğinde sızıdır. Oradan ya ölüm haberi gelir ya da hiçbir şey gelmez. Kimisinin oğlu ölmüştür, kimisinin kızı içerdedir, kimisi haber dahi alamıyordur. Bu anaların tek derdi var “taş atan çocuklar” gibi: Barış. Her cumartesi İstanbul’un göbeğinde, Taksim’de, insanların gözüne sokmaya çalışıyorlar bu isteklerini. Ama hiçbir ülke bu kadar kör ve sağır olmamıştır, inanın. Kadınlar ve çocuklar bu savaşı en derinden yaşayanlar aslında ve en ilerden göğüsleyenler. Bir şey oluyor, bakıyoruz ilk tepki kadınlardan gelmiş. Alanlarda en ön safta kadınlar ve çocuklar… Sürekli “bu çocuklar niye önlerde taş atıyor” deniliyor. Çünkü en büyük acıyı bu çocuklar ve analar yaşıyor. Düşünsenize çocuğunuzun parmağı kanadığında canınız nasıl yanar? Orada analar artık parmak kanamalarına aldırmıyor bile. Orada umut da umutsuzluk da yollarda kilitli. Siz hiç yollardan bir ölüm haberi beklediniz mi mesela? Ve bilir misiniz, onlar en iyi ağıt yakarlar: dinlediğinizde anlamasanız da yüreğinize işleyen, dillerden eksik olmayan ağıtlar. Hepsi farklıdır, farklı anaların ağzından çıkmıştır, farklı kişilere yakılmıştır; ama aslında hepsi aynıdır. Hepsi mutlaka bir gidene yakılmıştır.TAŞ OLSAM…
Bazen ağıtın yerini sadece söz alır: “Ben çocuklarımın elini toprağa değdirmiyordum, kıyamadığım için. Bir gün oldu, ikisini yitirdim. Ben buna katlanabiliyorsam, ben hala yaşayabiliyorsam ben insan değilim demektir. Demek ki ben bir taşım” diyor bir baba kitabımızda. Bir belgeselde Dersimli bir kadın sürgünleri “taş olsam erirdim toprak oldum dayandım”, diye ifade ediyor. Çocuklar ise taşları seslerini duyurmanın bir aracı olarak kullanıyor. Yani sizin anlayacağınız taş burada yaşama karşılık geliyor. Bazen sesin, bazen düşüncenin bir aracı oluyor; bazense tüm yaşananlara katlanmanın sertliği… Oysa ne taş olabiliriz ne toprak. Çünkü ne taş dayanır ne toprak ne de başka şey, bu anaların ve çocukların çektiklerine. Koca bir savaş tarihi yazıldı üzerlerinden. Sürgünler, acılar, kırımlar… Şimdi onlar taşlarıyla ve ağıtlarıyla barışın tarihini yazmaya çalışıyorlar.İlgili haberler
GÜNÜN KİTABI: Kürt Kadını – Amazonlar
Büyük bedellerin ödendiği yaşamlar, geçmişten bugüne uzanan bir serüven bu... Toprağa ana dilinde 'A...
GÜNÜN KİTABI: Kırmızı Fularlı Kız
Şimdi Kırmızı Fularlı Kız'ı dinleme zamanı. “Güzel olsaydı her şey, bu kelimelerin ilerleyen safhası...
GÜNÜN KİTABI: Bin Muhteşem Güneş
Kadın olmak! Hem de Afganistan’da kadın olmak. Onların yaşadıkları, duyguları Meryem’le Leyla’nın ki...
- EN SON
- ÇOK OKUNAN
- ÖNERİLEN
Editörden
Bültenimize abone olun!
E-posta listesine kayıt oldunuz.