25 Kasım Kadına Yönelik Şiddetle Uluslararası Mücadele Günü yaklaşıyor. Kadına yönelik şiddetin arşa çıktığı, daha da vahşileştiği, kadınların haklarına dönük saldırıların ardının arkasının kesilmediği bir dönemde geliyor 25 Kasım. Artan şiddet karşısında kadınların mücadele olanaklarını, iktidarın politikalarının kadına yönelik şiddete etkilerini Emek Partisi GYK Üyesi ve İstanbul İl Başkanı Sema Barbaros ile konuştuk. Barbaros, 25 Kasım’da hakları ve hayatları için tüm kadınları mücadeleye çağırıyor.
NASIL BİR MÜCADELE HATTI?
Yaklaşık bir ay önce, İkbal ve Ayşenur isimli iki genç kadının vahşice katledilmesinin ardından; kadın cinayetlerine karşı Türkiye’nin 81 ilinde öfke sokağa taştı. Neredeyse eylem yapmayan üniversite kalmadı. Öfke artmaya da devam ediyor, sürekli vahşileşen şiddetin karşısında daha uzun erimli bir mücadele hattı nasıl oluşturulabilir?
Geçtiğimiz ay yaşanan cinayetlerin ardından yapılan eylemler, birikmiş öfkenin dışa vurumuydu. Evet, öfkemiz büyük. Belki bu her zaman sokağa yansımıyor ama kadınların son 20 yılda artan şiddete karşı ciddi birikimleri var. Bu, dönem dönem güçlü kadın eylemleriyle kendini gösteriyor: Kürtaj Yasası’na karşı, İstanbul Sözleşmesi’nden çekilmeye karşı, 6284’ün korunması için, kadın cinayetleri veya istismar davalarına dair kamuoyu takibi gibi... Uzun erimli bir mücadeleye dönüşme sorusu önemli.
Sorunuzun cevabı, kadınların yaşadığı sorunlar etrafında, öfkeyi yaratan sorunlara çözüm olabilecek mekanizmaların kurulmasına dayanıyor. Bu mekanizmalar için dernekler, platformlar, kadın örgütlenmeleri ve siyasi partiler çeşitli adımlar atıyor ve bir deneyim birikiyor. Bu mekanizmaları günlük hayatında şiddete uğrayan, yaşadıklarını şiddet olarak tarif eden ya da henüz edemeyen tüm kadınların bir parçası olabileceği genişlikte ele almak gerekir. Herhalde uzun verimli olabilmesinin asıl yöntemlerinden bir tanesi tüm kadınların bir parçası olabilmesini sağlamak.
Aslında, kadınlar farklı mahallelerde, alanlarda hayatlarını değiştirebilmek için adımlar atıyorlar. Kadınların mücadeleye katılımını sadece büyük eylemlerle ölçmemek gerekir. Kadınların katılabileceği mekanizmalara ihtiyacımız var. Bu, sadece platformlar kurup kadınları çağırarak, merkezi bir eylem yapıp gelmelerini beklemekle sınırlı olmamalı. Kadınların yaşadıkları, çalıştıkları ve okudukları yerlerde katılabilecekleri alanları yaratmaya ihtiyacımız var.
Örneğin, İkbal ve Ayşenur’un cinayetlerinin ardından liseler ve üniversiteler kampüslerinde eylemler gerçekleştirdi. "Güvenli bir yaşamı, güvenli alanı kendi okulumuzda nasıl oluşturabiliriz?" sorusunun yaygınlaşması, uzun erimli örgütlenmelerin temelini atıyor.
‘AİLENİN KORUNMASI’ SÖYLEMİ, KADINLAR İÇİN GÜVENCESİZLİĞİ YARATIYOR
Son bir yılda kadınların pek çok yasal hakkı hedefe alındı. Bunların tamamı da "ailenin güçlendirilmesi" ifadeleriyle gerekçelendiriliyor. İktidarın aile politikalarının bu bir yılda kadınlar üzerindeki somut etkileri neler oldu?
İktidar, aile kavramını bir silah olarak kullanıyor. Kadın cinayetlerini, çocuk istismarlarını ve LGBTİ’lere nefreti kışkırtmayı, “Ailenin korunması” söylemi üzerinden meşrulaştırıyor. “Muhafazakar aileler yaratabilirsek, kadınlar şiddet görmeyecek” yaklaşımı ile pek çok sorun aileye dayandırılıyor. Ancak iktidarın bu politikaları uyguladığı sürece aile içindeki şiddet de artıyor.
Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığının bütçe teklifine baktığımızda “Ailenin korunması” için ayrılan bütçe, “Kadının güçlenmesine” ayrılan bütçenin neredeyse üç katı. Kadının güçlendirilmesi için kadın başına günlük 38 kuruş düşüyor!
Aileyi güçlendirmek adı altında ailenin tüm bakım yükü, angaryası kadının başat sorumluluğu haline getiriliyor. Böylece esnek çalışmayı kadınlar için zorunlu bir istihdam haline getirmeye çalışıp sonra da müjde olarak duyurabiliyorlar. Kadınlar için güvencesizlik, aileye, eşe bağımlılık anlamına, sosyal güvencesizlik anlamına gelen esnek çalışma “Aile ve iş yaşamı uyumunun kurulması” söylemi ile öne çıkartılıyor. Bu güvencesizlik kadınların şiddetten kurtulmasının önüne geçiyor hatta şiddeti daha da artırıyor. İş yerinde kadın emeği ucuz emek olarak patronların hizmetine sunuluyor.
Elif Turgut- Sema Barbaros
‘KADINLARI GÜÇLENDİRMEYE NEDEN BÜTÇE AYRILMIYOR?’
Kadına yönelik şiddete karşı iktidar, “sıfır tolerans” politikası uyguladığını her fırsatta dile getiriyor. Ancak İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya, bütçe görüşmesinde Mecliste yaptığı konuşmada kadın cinayetlerinden kadınları sorumlu tuttu. "Geçen sene 32 hanımefendi ikazımıza uymadı, kapıya adam gelince açmış, içeride vurmuş onu" dedi. Siz Bakan Yerlikaya’nın bu ifadelerini nasıl yorumluyorsunuz? İktidarın kadına şiddete bakışına dair ne söylüyor bu sözler?
İçişleri Bakanının bu kadar kadına sıfır toleranslı bir tutum sergilemesi, neyle mücadele ettiğimizi bir kez daha gözler önüne seriyor. Bakan bu açıklamasıyla öldürülen kadınları suçluyor ve sanki kadınlar “İkazlara uysa şiddet ortadan kalkacakmış” gibi bir ifade kullanıyor. Son 15 yılda en az 4 bin 179 kadın öldürüldü!
Bütçe toplantısında bu tür açıklamaların yapıldığı bir ortamda, kadınları daha çok güçlendirecek bütçelerin neden ayrılmadığını sorgulamak gerekiyor. Kadınları güçlendiren adımlar atılmadığı gibi, kazanılmış haklarımıza ciddi saldırılar yapılmasına da neden oluyor.
Bu açıklamalar, kadına yönelik şiddet ve kadın cinayetlerinin münferit sorunlarmış gibi gösterilmek istenmesinin bir yansıması. Oysaki şiddeti önlemesi gereken devlet mekanizmaları etkin bir şekilde işlemiyor. Bu durum, kadınları korumak bir yana, şiddeti teşvik ediyor. Güvende hissetmeme, sürekli tetikte olma, devlet mekanizmaları tarafından da yarı yolda bırakılmışlık hissi ile doğal olarak öfke her geçen gün artıyor ve artmaya devam edecek gibi görünüyor.
‘KADINLARI ÇARESİZLİĞE İTENLER, DÖNÜP KADINLARI SUÇLUYOR’
Münferitleştirmekten bahsedince, geçtiğimiz haftalarda 5 çocuğunu elektrikli soba yangınında kaybeden kadın ve AKP Milletvekili Özlem Zengin’in Meclis konuşmasında “Her şey para mı? Siz de her şeyi buna bağlıyorsunuz” demesi akla geliyor. Yani medya, vekil, aile bakanlığı yetkilileri el birliğiyle çocukların evde yalnız bırakılmasının sorumlusu olarak anneyi hedef gösteriyor?
Devlet mekanizmasının sorumluları, çürümüş bir sistemin üzerini nasıl örteceğine ilişkin konum alıyor; kadının evden gitmesine ya da 5 çocuğunu yalnız bırakmasına neden olan sisteme odaklanmak yerine, bireysel sorunları öne çıkarıyor. Bu, sorunların çözülmesi gereken esas yerin, yani kapitalist sistemin ve artan devlet şiddetinin görünmez kılınmasına neden oluyor.
Çocukların gelişimlerinin garanti altına alınması ailelerin ekonomik koşullarına ve inisiyatifine bırakılıyor; ailede de kadına. Kreşler yok, kadınlar için güvenceli iş yok, kamuda ise tasarruf tedbirleri ile olan kreş de kapatılıyor. Kreşi kapatılan, çocuğunu fahiş fiyatlı kreşlere veremeyen kadınlar ya işten ayrılmayı düşünüyor ya da evde çocuğunu bırakıp işe gitmek zorunda kalıyor. Kadınları bu çaresizliğe itenler, ardından onları suçluyor.
IRKÇILIK, MİLLİYETÇİLİKLE ÖFKE, SAHTE DÜŞMANLARA YÖNELTİLİYOR
Yoksulluğun da had safhaya ulaşmasıyla da artan bir öfkeden bahsediyoruz. Ancak seçim dönemlerinde de daha yoğun görebildiğimiz, tarikatçı, ırkçı, milliyetçi odaklar kadınların bu öfkesini kendine örgütlemek üzere özel bir çalışma da yürütüyorlar. Etkilerini artırmaya çalışan bu akımlar kadınları nereden tutuyor? Siz buna dair ne düşünüyorsunuz?
Hazır bütçe tartışmaları bu kadar yapılırken, bütçelerin büyük oranda sermayeye ayrıldığı, emekçilere ise hiçbir pay verilmediği ortaya çıkıyor. Bütçeden paylarından bir tanesi mesela savaşa ayrılıyor, ancak emekçi kitleler için, yani eğitime, sağlığa yönelik bütçeler yok.
Bu bütçeler daha çok Diyanet gibi, savaş bütçesi gibi iktidarın iktidar olma sürecini devam ettirecek olan mekanizmalara harcanıyor. Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı ile Diyanet İşleri Başkanlığı arasında “4-6 yaş Kur’an kursu desteği programı protokolü” imzalanmasının ardından Aile Bakanlığı bütçesinden Diyanet İşleri Başkanlığına milyonlar aktarıldı.
Orta vadeli program ve 12. kalkınma planına dayanarak çıkartılan kamuda tasarruf ile halka ayrılan azıcık hak da gasbedilmeye çalışıldı. Tasarruf eğitimden, sağlıktan, servis hakkından yapıldı. Kamusal hizmetlere erişimin zayıflatılması da, halkın cebine daha çok göz dikilmesi de yoksulluğu derinleştiriyor.
Yoksulluk derinleştikçe toplumdaki öfke artıyor, ama bu öfke sistemle hesaplaşmaya değil, başka kesimlere yönelebiliyor; ırkçılığın, milliyetçiliğin ve tarikat-cemaat yapılanmaları etkisini artırabiliyor. Buralar yoksulluğu bir tür fırsata çevirerek hem iktidarın desteğini alıyor, hem de yoksul kesimler için geçici çözümler sunarak kendilerini daha güçlü bir alternatif olarak gösteriyor. İktidar, kadınları yoksulluk karşısında yalnızlaştırarak ve sürekli “Daha kötü şeyler olabilir, dayanışmalıyız” söylemleriyle de buralara itiyor.
Yaşanan sorunların asıl kaynağı yerine sahte düşmanlar işaret ediliyor. Böylece öfke yanlış bir kanala akıp toplumsal kutuplaşmanın bir parçası haline getirilmeye çalışılıyor. İşçi ve emekçi kadınların yaşadığı sorunların aslında kapitalist sistemin yarattığı bir bütünün parçası olduğunu görmek konusunda uyanık olmak gerektiğine dair bir tartıma yürütmeye çalışıyoruz.
ŞİDDET İŞ YERLERİNDE DE ARTIYOR
Pek çok iş yerinde işçi eylemleri de gerçekleşti. Buralarda en temel öne çıkan taleplerden birinin insanca muamele olduğunu görüyoruz. Bu, kadın işçi ve emekçiler için şiddet, tehdide, tacize karşı da çıkmak anlamına geliyor. Şiddet vahşileşerek artarken bunun iş yerlerine yansımaları nasıl oldu?
Türkiye'nin pek çok yerinde her ne kadar sanki hiçbir şey olmuyormuş gibi düşünülse de çok fazla direniş var. Bu direnişlerin içinde kadınlar da önemli bir yer tutuyor. İş yerlerinde sendikalaşma ve hak arayışına giren kadın işçilerin varlığı, bu mücadeleleri daha güçlü bir hale getiriyor. Çünkü kadınlar için mücadeleye adım atmak kolay değil. Kadınlar, iş yerlerinde yaşadıkları haksızlıklara karşı ses çıkarmadan önce pek çok engelle yüzleşiyor. Evde “Ne derler?”, iş yerinde “Ne olur?” gibi endişelerle sürekli bir sorgulama ve baskı altında kalıyorlar. Bu durum, kadınların mücadeleye katılmalarını zorlaştırıyor. Ancak tüm bu engellere rağmen ilk adımı atan kadınlar, önemli bir eşiği aşıyor.
Kadına yönelik şiddet ise yalnızca evde ya da sokakta değil, iş yerlerinde de artıyor. İktidarın kadın cinayetlerini münferit olaylar gibi göstermesi ve şiddeti normalleştiren söylemleri iş yerinde de şiddetin artmasının önünü açıyor. İş yerlerinde yaşanan şiddete karşı sendikalara büyük sorumluluklar düşüyor. Kadın işçilerin ve emekçilerin kendilerini ifade edebilecekleri mekanizmaların kurulması, kadınların örgütlenmesine özel bir önem verilmesi gerekiyor.
‘ŞİDDETE, EŞİTSİZLİĞE KARŞI ÖRGÜTLÜ MÜCADELEYE!’
25 Kasım'a giderken EMEK Partisi olarak kadınlara çağrınız nedir?
25 Kasım, aslında sadece o gün yapılacak eylemlerle sınırlı bir takvim değil. Bu süreç, kadınların şiddete karşı yan yana gelmesi, kazanılmış haklarına sahip çıkması, kendi örgütlenme mekanizmalarını kurması ve farklı alanlarda mücadele etmesi açısından önemli. Zaten pek çok sorunu tartışıyoruz ve kadınlar, bu sorunları bizzat yaşadıkları için şiddet, yoksulluk gibi giderek büyüyen devasa problemlerin farkındalar. Emek Partisi olarak bizim temel çağrımız, kadınların örgütlenmesi ve bu örgütlenme sürecinde asıl özne haline gelmeleri. İktidar, tüm politikalarında sermaye ve sermayenin ihtiyaçlarını gözeterek bir pozisyon alıyorsa, emekçi kadınların da şiddete ve eşitsizliğe karşı mücadele ederken buna uygun bir şekilde örgütlenmesi, yan yana gelmesi gerekiyor.
25 Kasım sadece bir günle sınırlı bir tarih değil, sadece 25 Kasım günü sokakta olmak değil; aynı zamanda bu süreci evde, mahallede, dernekte, iş yerinde şiddete karşı mücadelenin araçlarını yaratacak ve var olan araçlara sahip çıkacak şekilde örgütlemek gerekiyor. Tüm kadınları, haklarına ve hayatlarına sahip çıkmak için mücadeleye; 25 Kasım’da sokaklarda olmaya çağırıyoruz.
Fotoğraf: Ekmek ve Gül
- EN SON
- ÇOK OKUNAN
- ÖNERİLEN
Editörden
Bültenimize abone olun!
E-posta listesine kayıt oldunuz.