Dünya, Rusya’nın Ukrayna işgali ve Rusya-Ukrayna arasındaki ateşkes/anlaşma olasılığı ile çalkalanırken, Türkiye bir yanıyla 28 Şubat sürecinde İslamcı hareketin yarım kalan hedeflerinin AKP eliyle en ileri sonuçlarına vardığı bir dönemin ekonomik, sosyal, siyasal bunalımlarıyla kıvranıyor.
1994 yerel seçimlerinde ve ardından RP’nin (Refah Partisi) 1995 genel seçimlerindeki başarısının ardında, erkeklerin giremediği her eve kadınların girerek, gece gündüz yüz yüze çalışmasının belirleyici olduğu bir başarı vardı. “Adil düzen” sloganının akla getirdiği özlemler; başında baretiyle maden işçisi, kasketiyle terli, tozlu topraklı yüzüyle köylü, tezgahta ne yapacağını düşünen esnaf, eğitim-öğretimine devam edemeyen başörtülü öğrenci fotoğraflarıyla hazırlanan afişlerle halkın ağzından halka yansıtılıyordu. Bu durum çok yüksek bir oy oranıyla olmasa da RP’nin hükümet kurmasına yetti.
Erbakan’ın başbakanlığında DYP (Doğru Yol Partisi) ile kurulan koalisyon hükümeti döneminde uzun zamandır görünür olmayan dinsel gerici hareketler, cemaatlar, tarikatlar gövde gösterisi yapmaya başladılar. 1997 Şubatı’nda Sincan Belediyesi’nce düzenlenen “Kudüs Gecesi”nde ayyuka çıkan dinsel gericilik gösterisine misilleme olarak, TSK’nın tanklarla Sincan’dan geçerek tatbikat yapmasıyla Türkiye’de yeni bir siyasal dönem başlamış oldu. Devamında “İrtica hareketleri”ni devlete yönelik en büyük tehdit olarak belirleyen 28 Şubat 1997’deki MGK kararlarının alındığı tarih “28 Şubat (Postmodern) Darbesi” olarak adlandırıldı.
3 Kasım 1996’da patlayan Susurluk skandalının ardından ülkede “aydınlık için 1 dakika karanlık” eylemlerinin devam ettiği bu süreç aynı zamanda PKK ile savaş adı altında Kürt siyasal hareketine yönelik sıkıyönetim ve OHAL koşulları altında yürütülen on binlerce sivil, asker ve güvenlik görevlisinin yaşamını yitirdiği “kirli savaş” olarak da adlandırılan bir dönemin de devamıydı. Özellikle üniversitelerde başörtüsü eylemlerinin yaygınlaşması, üniversite ve kamu kurumlarında başörtüsüyle kamusal alanlarda var olmak isteyen kadınlara karşı ayrımcılık ve baskıların yoğunlaşması da 28 Şubat Darbesine giden süreci karakterize eden olaylardandı.
BAŞÖRTÜSÜ YASAĞININ KALDIRILMASI HAMLESİ VE 28 ŞUBAT’A ADIM ADIM
80’lerin sonlarından itibaren yükselmeye başlayan kadın hareketinin, ulusal, sınıfsal, cinsel sömürüye ve kadına yönelik şiddete karşı eylemleri yaygınlaşıyor; kadınların sendika ve partilerde kadın birimlerinde, dernek ve vakıflarda ve inisiyatifler halinde örgütlenmesi hızlanıyordu. Kadının Statüsü Genel Müdürlüğü’nün kuruluşu, kadınların çalışması için kocasının iznini arayan Medeni Kanun maddesinin iptali, belediyelerin kadın sığınma evleri kurmaya başlaması, üniversitelerde kadın araştırmalarının artması ve devamında kadın araştırma ve uygulama merkezlerinin kurulması, eski TCK’nın tecavüze uğrayan kadının “fuhuşu kendisine meslek edinmiş olması” halinde faile ceza indirimi sağlayan TCK 448. Maddesinin iptali, 4320 sayılı Ailenin Korunmasına Dair Kanun'un (aile içi şiddetin önlenmesine yönelik eski kanun) kabulü de bu dönemin somut sonuçlarındandı.
Bu hal ve şartlar altında kadına karşı dinsel bir düzlemden yönelen saldırıların ilk basamağı olarak başörtüsü yasağını kaldırmak üzere Başbakan Erbakan, hazırladığı kararnameyi bakanlar kurulunun imzasına açtı. Bu bakımdan 28 Şubat ve devamındaki gelişmeler, bugün AKP’nin en geniş sınırlarına ulaştırdığı kadınlara yönelik köktendinci görünüm altındaki saldırıların da başlangıcı sayılır.
Henüz askerin güncel politikadaki belirleyici etkisinin sürdüğü bu koşullarda, 28 Şubat 1997 MGK toplantısından sonra alınan 20 maddelik “tavsiye kararı” listesinde, hükümetin temel eğitimi 8 yıla çıkarması, imam hatip okullarının meslek okullarına dönüştürmesi, irticai faaliyetlere karıştıkları için TSK'daki görevlerine son verilen askerlerin belediyelerde istihdam edilmesinin önüne geçilmesi gibi RP’nin gidişatına “ayar” veren bir dizi karar vardı. Erbakan bu kararlara imza koymayı reddetse de bir süre sonra imzalamaya mecbur kaldı.
Sonrasındaki gelişmelerin ışığında baktığımızda, 28 Şubat Darbesi’ne giden süreci, bugün AKP tarafından 20 yıllık iktidarları boyunca uygulamaya konulan halka ve kadına yönelik saldırılarının “öncü girişimi” olarak değerlendirebiliriz. RP iktidarıyla cesaret ve güç kazanan dinci gerici siyasal hareket tarafından, 28 Şubat döneminde yarım kalan bu saldırılarda, ‘%99’u Müslüman olan bir ülkede’ kadınların “başörtüsü” simgesi altında, eğitim, siyasal ve kamusal yaşama katılma, vb. talepleri, özellikle AKP iktidarı sürecinde dinci gerici bir temelde toplumu dönüştürmenin dayanağı haline getirildi.
Her fırsatta hak ve özgürlük kısıtlamaları, siyasal, sendikal ve hak temelli örgütlerinden, hak ve özgürlüklerinden arındırarak türlü sömürü biçimlerine karşı savunmasız bırakılmış bir toplum yaratmak, egemen sınıfların her zaman en büyük özlemi olmuştur. Milli Görüş adıyla siyasal arenada güç kazanmış olan dinci gericilik de egemen sınıflarla aynı özlemleri dinsel argümanlarla bezeyerek, paylaşıyordu. “28 Şubat”a varan süreç, görülüyor ki, bu stratejinin bir adımıydı. Kadınların hak ve özgürlük mücadelesinin her geçen gün arttığı, bunun getirdiği kısmi kazanımların yaşandığı bir süreçte bu dokunun değiştirilebilmesinin temel koşulu ve eşiği, kadınları susturmaktı. İslam’ın hukuk düzeni de zaten kadınlara ikinci sınıf, ancak aile içinde bir varlık hakkı tanıyordu.
Bu nedenle, kadınların yüz yılı aşkın mücadelelerinin ürünü olan haklarını kısıtlamak, hem egemen sınıfların hem dinci gericiliğin gözünü diktiği ilk hedefti.
Türkiye’nin ‘demokrasi’ deneyimleri, yakın geçmişte egemen sınıfların belirlediği kulvardan ne zaman farklı bir mecraya yönelecek olsa, askeri bürokrasi, demokrasiye “ayar vermek için” sahneye çıkıyordu. 28 Şubat Darbesi’ne giden süreç de adeta yeni bir askeri müdahaleyi çağıran siyasal olgularla belirginleşti.
Başörtü yasağını siyasal ajandasında her zaman elverişli bir argüman olarak kullanan dinci-gerici siyasal akımlar, gericiliği derinleştirmek ve meşru bir zeminde örgütlemek için RP-DYP koalisyon iktidarıyla bu fırsatı yakaladılar. Askeri bürokrasi ile ‘sivil’ ve siyasal destekçileri de aynı süreçte “başörtüsü” sorununu adeta ülkenin en başat sorununa; başörtüsünü ise Atatürkçülük örtüsü altında laiklerin ve laik olmayanların turnusol kağıdı rolüne büründürdüler.
Başörtüsünün iki tarafça da böyle ‘çekiştirilmesi’, toplumun çoğunluğunun bağlı olduğu dini muhafazakar değerlere ve bu değerleri kendi dünyasında yaşayıp duran geniş bir halk kesimine, kendi inanç ve değerlerine saldırıldığı algısına dönüştü/dönüştürüldü. Zorbaca bir başörtü yasağına karşı dini inanç ve değerlerine bağlı geniş bir kesim, bu yapay bölünme etrafında laiklik karşıtı bir safa itildi. “Başörtüsü” sorunu üzerinden yaratılan politik bölünme, dindar, muhafazakar geniş bir kesimin; cemaat, tarikat ve onların desteğini arkasına alan şemsiye görünümündeki RP-AKP hattında aktif siyasal bir tutum almasının elverişli zeminini hazırladı.
Başörtüsüne karşı oluşu laiklik ve Atatürk savunusu ile aynı anlama gelmek üzere siyasal kimlik belirleyici bir ölçüt olarak ortaya koyan askeri-sivil ittifakın başörtüsü ile okula, Orduevi ve Askeri Lokallere, kamudaki işine devam etmek isteyen kadınlara yönelik bu baskı ve zorbalıkları başörtüsünü boğa güreşçisi edasıyla dalgalandıran dinci gerici ittifaka yaradı. Bu baskı ve zorbalıkları etkili bir şekilde kullanan bu dinci akım, 28 Şubat’tan bir süre sonra RP-DYP iktidarı sona ermiş olsa da mağdur ve mazlum rolünde her geçen gün prim yaparak halk desteği toplamaya devam etti ve nihayetinde AKP’de birleşerek 2002 yılında tek başına iktidara yerleşti.
İKTİDAR MÜCADELESİ
“28 Şubat Darbesi” bu yönüyle halkla dinci gerici akımlar arasındaki bir hesaplaşmadan ziyade, egemen sınıflar ve onların siyasi klikleri arasındaki bir iktidar mücadelesi olarak gerçekleşti. Cumhuriyetin ‘asıl sahipleri’ olarak algılanan geleneksel rolü askeri darbelerle pekişmiş olan askeri bürokrasinin son atımlık barutu da 28 Şubat Darbesi ile tükendi.
AKP; Kemalist devlet geleneğine kalben ve dinen uzak duran işçi-emekçi geniş bir kesim ile kendini bu devlet geleneği tarafından dışlanmış hisseden küçük ve orta ölçekli sermaye gruplarına, “Atatürkçülük eşittir laiklik” dayatmasını kendi yaşam tarzı ve geleneklerine uyduramayan vatandaşa, imam hatip geleneğinin ezik genç ve yetişkinlerine ve RP yerel-genel seçim dönemlerinde sokaklara çıkarak aktif politik faaliyet yürüten, “başörtüsü” sorununda kendini bu “ezik ve dışlanmışlar” yanında hisseden işçi-emekçi, öğrenci ve ev kadınlarına kadar çok geniş bir kadın kesimine umut aşılayarak ve onların aktif desteğini alarak, 28 Şubat Darbesi’yle yarım kalan iktidar yürüyüşünü tamamladı ve iktidar oldu.
Bu yazının sınırları içinde değinilebilen siyasal ve toplumsal gelişmeler, elbette birden bire ortaya çıkmadı. 12 Eylül Cunta rejiminin kanatları altında beslenen türlü cemaat, tarikat ve dinsel akım, 90’lı yıllar içinde bir sermaye hareketi olarak da büyüdü ve yaygınlaştı. 1990’da kurulan MÜSİAD, İslami sermayenin kapitalist pazar ve neoliberal ekonomi düzeni içinde yer edinme ve büyüme kapasitesinin de bir göstergesi oldu. Fethullah Gülen’in ‘inançlar arası diyalog ve eğitim’ faaliyetleri bütün ülkede dershaneler, okullar, üniversiteler halinde yayılırken, 160 ülkede 2000’den fazla okulla uluslararası arenada da etkili bir güç haline geldi.
90’lı yıllara kadar İslamcı hareketin taşralı küçük ve orta ölçekli esnaf karakteri, AKP iktidarı süreci içinde kentli ve eğitimli bir özellik de kazanarak, aynı zamanda kendi burjuvazisini de yarattı. Entegre ettikleriyle birlikte bir sermaye odağı yaratmış olan AKP, TÜSİAD’a, TOBB’a kah iktidarının gücünü göstererek, kah “sizin için çalışıyoruz” mesajları vererek İslamcı sermaye ile geleneksel burjuva sınıfı arasındaki entegrasyonu da sağladı. 17-25 Aralık 2013 ve 15 Temmuz 2016 tarihleri arasındaki AKP-FETÖ güç savaşı, FETÖ’nün iktidar ve ordu içinden tasfiyesiyle birlikte sermayesinin de el değiştirmesine yol açtı. Artık, egemen sermaye odağına dönüşen bir politik akımın aynı zamanda “tek adam” yönetimine giden yolu üzerinde bir engel kalmadığı gibi, hesaplaşma süreciyle iktidarını sağlamlaştıran AKP için, bu süreç meşru bir dayanak ve güçlü propaganda malzemesi oluşturdu.
AKP’NİN ‘DEMOKRASİ’ KARNESİ
Cumhuriyet tarihi boyunca yapılan yasa değişikliklerinin üçte biri 1999-2004 yılları arasında AB’ye uyum programı çerçevesinde yapıldı ve son iki yıldaki hızlı yasa değişiklikleri AKP imzasıyla gerçekleşti. 2005 yılına kadar da bütün temel yasalar (İş Kanunu, Ceza Kanunu, HMK ve CMK) değiştirildi.
Ancak, AKP, İslamcı hareketin/sermayenin taleplerinin ve programının da sözcüsü ve uygulayıcısıydı. AB’ye üyelik konusunda samimi olduğuna kamuoyunu, diğer sermaye gruplarını, Batılı egemen güçleri ikna ettikten sonra, kendi köktendinci ideolojik ve politik programını uygulamaya geçti. Bunun ilk adımı kadın hareketini hedef almak, kadınların mücadelesinin yarattığı kazanımları budamaktı.
AKP’nin iktidar süreci, ilk yıllarından sonra bir yanıyla kadınların yüzyılı aşkın mücadelelerinin kazanımlarına, hak ve özgürlüklerine dönük sistemli saldırılar adeta AKP’nin alameti farikası haline geldi. AKP döneminde en tepelerden sürekli kadını aşağılayan söz ve açıklamalarla topluma kadın ve erkeğin eşit olmadığı empoze edildi. Kadınların eşitlik ve özgürlük mücadelesinin pek çok yasal kazanım elde etmesine karşın ailede, sokakta, işyerinde vb. sosyal ve toplumsal alanlarda zaten ekonomik sosyal temelleri dimdik ayakta duran ‘eşitsizliğin’ normal, olağan, olması gereken durum olduğuna dair yaygın bir fiili durum yaratıldı. Kürtajın kaldırılmak istenmesinden, üretim ve çalışma alanlarında kadına yönelik cinsel taciz, sözel, psikolojik ve fiili şiddetin yaygınlaşmasına, İstanbul Sözleşmesi’nden bir kararname ile çıkılmasından günde en az 3-5 kadının öldürüldüğü, kadın cinayetlerine etkili yetkili makamlardan hiç tepki gösterilmemesine, hatta öldürülen, şiddet gören kadınların suçlanmasına; şiddet faillerinin cezasızlıkla, indirimlerle ödüllendirilmesine uzanan fiili bir kadın düşmanlığı ortamı oluşması örtük bir şekilde kolaylaştırıldı.
28 Şubat Darbesi sebebiyle yarım kalmış olan “başörtüsü” altında biriktirilmiş kadınların toplumsal hayatta tuttukları yer, mücadele, kazanım, ne kadar hesap varsa AKP iktidarı boyunca bu kartlar sırayla açılarak, kadınlara yönelik saldırılar, sürekli canlı tutuldu. Bekaret kontrolünden, pantolon yasağına, her alanda kadınlara cinsiyet ayrımcılığı yaygınlaştı. Kadınları ilgilendiren kamusal kurumların hepsinden “Kadın” sözü çıkarılarak yerine “Aile” sözcüğü geçirildi. Kadına yönelik şiddeti araştırmak için kurulan TBMM komisyonu aileyi koruma ve boşanmanın önlenmesi raporu hazırlayarak ihtiyacın tamamen tersi bir yönde hedef belirledi ve bu rapor esas alınarak kadını ilgilendiren her konuda Diyanet İşleri Başkanlığına aktif bir rol verildi; nasihatle kadınları boşanmadan vazgeçirmeye yönelik yaygın bir uygulama başlatılarak, dini nasihat ve telkinlerle kadın değil, aile korunmaya çalışıldı. Eklenebilecek sayısız fiili ve hukuki durum yaratılarak, ülkenin kadın dokusu tamamen AKP destekçisi olacak şekilde eğitilmeye başlandı. Ancak, bütün bu çabalar olağan sonuçlarını verdi ve ülke adeta aile içinde veya en yakınları tarafından işlenen kadın seri cinayetleri ülkesine döndü. 2004-2014 yılları arasında kadına yönelik şiddet yüzde 1400 arttı, artarak da devam ediyor.
Ancak, gelinen son aşamada, AKP iktidarının ülke ve hazine kaynaklarını yandaş holding ve şirketlere adeta altın tepsilerde, hem devlet hem kur garantili sunmayı politika haline getirmesi sonucunda hazine borç batağına saplandı ve bütün ülke kaynakları tüketildi. Ve artık örgütsüz bırakılmış ya da sendikaları tarafından haklarının gasp edilmesine tanık olan işçi sınıfının lokal ve tekil kalan eylemleri, son dönemde tanık olduğumuz gibi çeşitli işyerlerinde başlayan eylemlerin yaygınlaşmasına, bir çoğunun da kazanımla sonuçlanmasına yol açtı. Yoksulluğa, her türlü eşitsizliğe karşı biriken tepki parti ayrımı gözetmeksizin bütün emekçi kesimlerde kendini dışa vurmaya başladı.
28 Şubat Darbesi iktidar klikleri arasındaki bir hesaplaşmayla sonuçlanmıştı. Onun hedeflerini tamamına erdirmek yolunda her türlü devlet olanağını, ülke kaynağını sonuna kadar kullanmış ve çoğunu da tüketmiş olan AKP’nin sermaye hizmetindeki politikaları ise artık kendi tabanında bile hiçbir ümit ve heyecan yaratmıyor.
Önemli ve gerekli olan ise bu politikalar altında ücreti-aylığı henüz cebine girmeden uçup giden ezilen halk kesimlerinin, aşağılanan, hakları gasp edilen işçi, emekçi, aydın kadınların güçlü birlikler ve mücadele araçlarıyla AKP ve sermaye politikalarıyla hesaplaşacağı günlerin yakın olması.
Bunun yolu ise tarih boyunca olduğu gibi halkın ekonomik-demokratik hak ve özgürlüklerini, kadınların tam hak eşitliği ve özgürlüğünü güvenceye alacak hedefli bir mücadele olacaktır.
Fotoğraf: 28 Şubat arşiv kolajı
İlgili haberler
Geçmişte başörtüsü için verdiğimiz mücadele ne içi...
Ankara Etimesgut'tan bir okurumuzun mektubu bu. Çelişkileri olan, çelişkilerinin farkında olan bir k...
AKP, kadınlara başörtüsü dışında bir şey söyleyemi...
Akademisyen, Antropolog Ayşe Çavdar: Erdoğan kendisini kadınlara kader gibi sunarak ve AKP’yi de yok...
AKP’ye oy verenler neden karar değiştirdi?
Daha önce AKP’ye oy veren ancak yaşadığı deneyimlerle bu karardan vazgeçen kadınlar anlatıyor.
- EN SON
- ÇOK OKUNAN
- ÖNERİLEN
Editörden
Bültenimize abone olun!
E-posta listesine kayıt oldunuz.