İnsanın yaşadığı koşullara uyum sağlamak gibi müthiş bir yeteneği vardır. İnsanlığın, dünyanın atlattığı bunca badireden, zorluktan, darlıktan, savaştan, bunca yıkımdan sağ çıkıp da insan olarak varlığını sürdürebilmesinin, bu badireleri, zorlukları, darlıkları, savaşları, yıkımları alt ederek kendine yeniden bir “yaşam” kurabilmesinin en önemli sebeplerinden biridir bu yetenek. Uyum demek, boğun eğmek demek değildir ama. İnsan uyumu, içinde insani olmayanı değiştirme edimini bir zorunluluk olarak yerine getirmek gibi bir başka müthişliği de içerir. İnsanların zor zamanlarda ayakta kalmak için aklını ve yeteneklerini kullanmaya dair bu iyi meziyetleri tam da bu nedenle insani olmayanı dayatanların hedef tahtasındadır hep.
Hedef tahtasındadır ölüm denizine alışamayan ruhlarımız. Hedef tahtasındadır küçücük çocuk bedenlerine edilen eziyetleri kanıksamayışımız. Kız kardeşlerimizin canına kast eden dehşet verici kıyımlara gözümüzü kapatamayışımız... Bir kuru ekmek için, içine katık edilecek bir lokma aş için insana yaraşmayacak koşullarda alın teri dökmeye zorlanmaya “eh be” deme cüretimiz... Hedef tahtasındadır ölmezliğiyle toprağın insana verdiklerinin, insanın toprağa kattıklarının sembolü olan zeytin ağaçlarına kıyılmasın diye çocuğumuza sarılır gibi sarılışımız. Hedef tahtasındadır hakkın hukukun hak getirdiği talan düzeninde annelerin bebeklerini cezaevinde doğurmasına, hastalıktan öleyazan insanların parmaklıklar ardında tutulmasına, toplumun en birikimli kesimlerinin bir gecede alınan kararlarla ekmeğe muhtaç hale getirilmesine karşı öfke duyuşumuz.
Bilinçli bir hedefe koyuştur bu. Çünkü en insani olana saldırır ve insani olandan bir adım bile geri attırırlarsa, önlerindeki en büyük engeli -insan faktörünü- insanın insanca bir yaşamı hak ettiği kadim bilgisini yenebileceklerdir.
Bugün biliyoruz ki ihtiyacımız olan, korkmadan, ürkmeden yaşamak. Yarın ne olacağını, öte gün ne biteceğini bilerek yaşamak. “Böyle yaparsam başıma şu mu gelir?”, “böyle dersem bana şöyle mi yaparlar?”, “hiç bir şey yapmasam da bana şunu yapabilirler” demeden, kendini kendin olmaktan yoksun bırakan içsel bir yoklamaya tabi tutmadan yaşamak. Fikrini, duygunu, ihtiyacını, isteğini, beklediğini, özlediğini rahatça söyleyerek, söylediğinden azap çekmek zorunda kalmayarak yaşamak... İnsani olan ne varsa “tehdit” olmasın, “mutluluk” olsun istemek...
Yani bir kadın yakılmasın, dövülmesin, horlanmasın istemek. Eve ekmek getirmek dert olmasın istemek. Gelecek deyince korkunun duvarı yükselmesin istemek. İnsanı insana bağlayan güvenci sağlam tutmak istemek. Çocuğuna korkusuz, sevdiğine kaygısız, tanıdığına dertsiz sarılmak istemek.
Böyle söyleyince itiraz edecek kimse var mı aranızda? Yok.
Peki bu söylediklerimizi her gün televizyonlarda izlediğimiz tartışmalara, dost sohbetlerinde fısıldayarak konuştuklarımıza, sokakları saran sessizliğe, işyerlerini dolduran tartışmalara tercüme etsek? Desek ki OHAL uygulamaları en çok insani ihtiyaçlarımızı ve taleplerimizi kuşatıyor. Baskıcı, gerici, anti demokratik uygulamalar demokratik haklarımızı ve siyasal özgürlüklerimizi yok ediyor. “Tek adam, tek parti” diktatörlüğü değil, demokratik, siyasal, ekonomik ve sosyal taleplerimizi güvence altına alacak demokratik bir anayasa lazım, böyle bir anayasayı halkın katılımıyla hazırlayacak bir Kurucu Meclis, halkın tam egemenliğini sağlayacak bir politik sistem lazım bize desek.
İster şu partiye oy vermiş olalım ister diğerine, farklılıklarımıza ve aramıza konmak istenen ayrımlara değil ortak dertlerle boğuştuğumuz benzer hayatlarımıza bakarsak söyleyeceğimiz bu. İster şöyle söyleyelim ister böyle, bugün yaşananlar karşısında ortaya koyacaklarımız bu!
İşte tam da bu koşullar dergimizin bu sayısında, gündelik hayatımızın en büyük derdi olan şiddetin ve geleceğimizi ipotek altına alacak kıdem tazminatı gaspının aynı oranda yer bulmasına neden oldu. İkisi arasındaki bağ, dergimizin sayfalarındaki kadın hikayelerinde ortaya seriliyor.
Ayşegül’ün yaşamındaki şiddete ancak kocası öz kızını istismar ettiğinde “dur” diyebilmesi, ancak kocanın yargı tarafından ödüllendirilmesi var bir yanda. Bir yanda Kocaeli’den metal işçisi Ayşe’nin çalışma yaşamındaki sömürüye ancak kıdem tazminatı kaldırılırken “yeter be” diyebilmesi, ancak patronun hükümet tarafından neredeyse “yeter be diyeni korkusuzca at” diye cesaretlendirmesi var.
Bir tarafta Batmanlı kız çocuklarını istismar eden onlarca adamın “kefaletle” serbest bırakılması var. Diğer tarafta işçi Ayşe’nin “‘Çok izin alırsan, çok rapor alırsan’ diye sürekli işten atılmakla tehdit edilen, ‘performansın düşük’ gerekçesiyle atılan işçileri, özellikle kadın işçileri koruyucu yasalar ve denetleyen kurumların artması gerekirken son bir hak kırıntımız olan kıdem tazminatının da patronların lehine düzenlenmesinin tek bir anlamı var. Bu hükümet bize, işçilere, kadınlara değil patronlara çalışıyor.” sözleri var.
Bu sarkacın bir yanında kadınların şiddetten kurtulmak için vermek zorunda kaldıkları mücadelede sınandıkları işsizlik, yalnızlık, eğitimsizlik, sosyal desteksizlik var... Diğer yanında kadınları daha çok şiddete mahkum eden yaşam koşullarına neden olacak ekonomik ve sosyal politikalar var... Hangi partiye oy vermiş olursak olalım, bu sarkacın topuzu hepimizin yaşamına küt küt çarpıyor.
Biz kadınlar geleceğimizi istiyoruz. Yaşadığımız şiddetin çalışma yaşamının güvencesizleştirilmesi, ağırlaşan yaşam koşulları ve ücret eşitsizliğiyle ilişkili olduğunu biliyoruz. Şiddetsiz bir yaşam talebimizin insanca bir yaşam, eşitlik, özgürlük, güvenceli iş ve gelecek talepleriyle kopmaz bağlarla bağlı olduğunu biliyoruz.
Hepsini istiyoruz. Çünkü biliyoruz ki, biri yokken diğeri olmaz. Biri eksikken diğeri tamamlanmaz. Yok’a da, eksiğe de doyduk. Var’a ve çoğa hazırız!
İlgili haberler
Rüzgârlar seni savurmasın: BİRLİK, MÜCADELE, DAYAN...
Her nerede ve nasıl girdiysek Mayıs ayına, işsizliğin kol gezdiği, işsiz kalma korkusunun yakamıza y...
Kadınların erkek, yargı, devlet şiddetiyle mücadel...
Kadın cinayetlerinde artan vahşet tablosunu ve yaygınlaşan cezasızlığı Avukat Ezgi Duman değerlendir...
Vahşileşen şiddetin arkasında ne var, önüne nasıl...
Ülkede kadınlar için ölümün “olağan” biçimi neredeyse lüks. Giderek vahşileşirken bir yandan da sıra...
- EN SON
- ÇOK OKUNAN
- ÖNERİLEN
Editörden
Bültenimize abone olun!
E-posta listesine kayıt oldunuz.