Boş bir kağıt alıp “Endişe” diye bir başlık atsak ve bir liste oluşturmaya kalksak… Zorlanan çıkar mı ki aramızda? Elbise değiştirir gibi sınav sistemi değiştirilen bir ülkede annelerin çocuklarının geleceği için duyduğu endişe. Uçan tekmeli toplu taşıma araçlarında o gün iyi hissetmek için güzel giyinmenin pişmanlığıyla son durağı bulana kadar yaşanan oram buram görünüyor mu, biri bir şey diyecek mi endişesi. Karşılaştığımız ayrımcılık bir yana, tacize uğramadan bir iş görüşmesi geçirebilir miyim, endişesi. Ofiste fazla mesaide ya da fabrikada gece vardiyasında çalışma arkadaşının, ustabaşının ya da müdürün “gereksiz samimiyet” göstermesinden, istenmeyen dokunuşlarından korunmak için kırk takla atarken her an bir “performans düşüklüğü” bahanesiyle işten atılma endişesi. Şiddet dolu ve sevgisiz bir evlilikten kurtulmak isterken boşanmaya kalkarsam, uzaklaştırma kararı alırsam; kapıya dayanır mı, komşular beni kınar mı, endişesi. İnancım ya da inançsızlığım yüzünden “namussuz” ilan edilir miyim, evim basılır mı, endişesi. Kadın ve çocuklara karşı bunca tecavüz vakası ayyuka çıkmışken, şimdi bir de nikah kıyan müftünün, arabuluculuk edecek memurun, kırılan kolları yen içlerine tıkacağını bilmenin endişesi.
Sürekli bir tehdit ortamında, bunca endişenin içerisinde hayatta kalmaya çabalarken dayak yemeye ne hacet, diyesi geliyor insanın. Çünkü tüm bu anları yaşarken artan tansiyon, kalp atışlarının hızı damarlarımızın duvarlarına vururken vücudumuzun içinden şiddet uyguluyor. Kadınları evde, işte ya da okulda çalışmak kadar, endişe duymak yoruyor; hatta belki de daha fazla.
Peki, hem kendimize hem de yanı başımızda duran bir kız kardeşimize şu cümleyi kursak: Bizim güvende hissedebilme hakkımız var! Hem de var olduğumuz her yerde; evin yatak odasında, geceleyin tenha bir sokakta, işyerinin ücra köşelerinde, okulun tuvaletinde... Devletin en tepesinden mahalledeki muhtarına kadar, onlara en “aykırı” gelen yer ve saatlerde güvende hissetme hakkımız var… Nasıl, biraz daha iyi miyiz? O zaman şunu da ekleyelim: Bu sayımızda benzer endişelerini dile getiren kadınlara “güvende hissetme hakkımız var” diyen kız kardeşleri de çok iyi gelecek. Biz kadınlar sezgisel de olsa deneyimle de olsa biliriz; bizim için umudun ilk adımıdır dayanışma.
Özellikle de kadını yok etme, terbiye etme hakkını kendinde gören erkeklerle aynı toplumda yaşarken, saraylardan ve ezcümle siyasi veya dini makamlardan “kadın daha iyi nasıl baskı altına alınır” zihniyetli talimatlar verilir, yasalaştırılırken; bir yandan da kadına karşı suç işleyen erkek figürleri iktidar güdümündeki medya organlarında devletin ve “adamlarının” hiç suçu yokmuş gibi meczuplaştırılırken… Ve tüm bunlar toplumsal fonda bölgede yaşanan savaşta toplu tecavüz haberleriyle harmanlanırken… Dayanışma, bir mücadelenin ve hatta bir örgütlenmenin ilk adımı olabiliyorken, hayatta kalmak ve yaşamı sürdürmek için geliştirdiğimiz bir davranış haline de gelebiliyor. Örgütlü oldukları yerlerde ise bu dayanışma zeminini sağlamlaştıran kadınlar; gündelik olana müdahale ediyor; fabrikada tacize uğrayan ve haksız yere işten atılan Serap, Esenyalı Kadın Dayanışma Derneği ile birlikte hem fabrikadan hem de kendisini görmezden gelip karalayan sendikadan hesap sorabiliyor. Birlikte hesap sorabilmek bu şiddet evreninden özgür bir hayata doğru açılan bir solucan deliği gibi; güvende hissettiriyor ya da en azından buna hakkımız olduğunu hatırlatıyor bize. Bazen yenildiğimiz doğru, bazen kaybediyoruz ama kaybettiğimizde bile kazanmak için Helin’in cenazesini biz sırtlanıyoruz.
Bazen de bir kadının on binlerce yıldır içinde yaşadığı topluma bilimsel, teknolojik, kültürel, edebi ama hep üstü örtülen katkılarına bakıyoruz, bir de neredeyse yeniden insan olduğumuzu kabul ettirme noktasına geri itildiğimiz konuma bakıyoruz ve naifçe soruyoruz: Hangi ara bu hale geldik? Aslında bu hayretin ardında değişen şiddet algımızın da biraz payı var. Başka tariflerimiz olabiliyor: “seni seviyorum” şiddeti, “seven kıskanır” şiddeti, “kader, fıtrat” şiddeti… Şiddet kavramının bu kadar yaygınlaştırılması, tanımının yayılıp genişletilmesine ilişkin güzel bir tartışma başlangıcı sayılabilecek bir yazımız var bu sayıda.
Elbette tanımın bu kadar esnetilmesinde tahammülümüzün kalmayışının da çok payı var. Çünkü, maruz kaldığımız şiddet ve haksızlıkların sonuçlarıyla yine biz baş etmek zorunda kalıyoruz. En çok da bu karanlık, tedirgin, umutsuz görünen günlere bakın. Dergimizin sayfalarına bakın mesela; ‘baş etme’ becerisinin en çok biz kadınlarda olduğunu göreceksiniz.
25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü yaklaşırken müftüye nikah kıyma yetkisi veren yasa çıktı… derken “arabuluculuk” meselesi patladı; devlet, kaderimizi “Bir kereden bir şey olmaz” diyenlerin ellerine teslim etti. Siyasi parti, inanç, etnisite gözetmeksizin, bu sayımızdaki yazıların ortak bir mesajı olduğunu söyleyerek bitirelim: Arabuluculuk uygulamasının görünürdeki amacı kocayla kadının arasını bulmak olsa da asıl amacı kadına şiddeti üreten bu sistemle aramızı bulmak. Nasıl görünürse görünsün gerçek şu ki, “kadın erkek eşit olamaz” diyenlerle kadınların arası bulunamayacak kadar açık artık.
“Sonbaharın inatçı güneşi” kasımın Kelebekler’inden güç taşısın hepinize, hepimize.
İlgili haberler
Ekmek ve Gül Ağustos 2017 sayısı
Hayatımızı pamuk ipliğine bağladınız, bizim dengemizi bozmayınız...
Ekmek ve Gül Eylül sayısı
Elimizin değdiği, gözümüzün gördüğü her kadının karanlığın dayattığı çaresizlik hikayesinin içinden...
Ekmek ve Gül Ekim sayısı
Bu ay da birçok ilden ve ilçeden kadınlar, sorunları ve soruları, sevinç ve kaygıları, isyan ve dire...
- EN SON
- ÇOK OKUNAN
- ÖNERİLEN
Editörden
Bültenimize abone olun!
E-posta listesine kayıt oldunuz.