Karanlık bir sokakta yürümekten korkuyoruz. Karanlık bir sokakta yürüyüp taciz edilmeden önce de; o sokakta yürüyüp tacize/tecavüze maruz kalanları duymadan önce de karanlık bir sokakta yürümekten korktuğumuzu biliyoruz. Çünkü karanlık bir sokakta yürüyenlerin yaşanmışlıklarına dayanan o nasihatleri, nasihat edecek kadar dinledik: Birilerini korkuya sürükleyen bir “geçmiş” vardı ve biz de geleceğin “geçmiş”i olmamalıydık. İşsiz kalmaktan, aç kalmaktan, birini kaybetmekten, şiddete uğramaktan, kanser olmaktan, ihraç edilmekten, gözaltına alınmaktan, sokak ortasında patlayan bir bombada ölmekten, dinden, bilimden, insandan, hayvandan, depremden, yalandan, yılandan, hatta belki bir sinekten ve daha pek çok şeyden de korkuyoruz. Bir kısmı tecrübelerimizden, ötekiler öğretilmiş. Korkuyoruz evet; başımıza kötü bir şey gelmesinden yahut başına kötü şeyler gelmişler gibi olmaktan. Bu duygunun ayıplığı ya da doğallığını tartışmayacağım ancak bu sonucun bazen de bir sebep olma ihtimalini biraz irdelemek istiyorum.
KORKUTAN KORKMUYOR MU SANKİ?
Korkuyu doğuran, çoğu zaman, itiraz etme sonucu karşı karşıya kalınan baskı ve şiddet oluyor. Baskı ve şiddet gördükçe siniyoruz, biz sindikçe korku perçinleniyor. Birbirini besleyen bu mekanizma, korkutanı muktedir yaparken korkanı itiraz edemez hale getiriyor. Sustukça baskı artıyor ve perçinlenen bu sefer de iktidar oluyor. İktidar güçlendikçe muhalif olsak da daralan sınırlar içerisinde itaat eder hale geliyoruz. Örneğin; hava kararmadan evvel evde olma kuralına itiraz ediyoruz, şiddet ve tehditle karşılaşıyoruz, sesimizi düşürdükçe kuralı koyanın sesi yükseliyor ve ikna olmamış olsak da biat ediyoruz. Bu durum devam ettikçe de hava kararmadan evvel evde olma kuralına tabi diğer kişiler de -baskıyla hiç karşılaşmamış olsalar dahi- biat eder, en azından sessiz kalır hale geliyor. Bu durum korkutan için daha kullanışlı oluyor, o güç harcamadan geri kalanları da korkutmuş oluyor. Çünkü sen daha bir şeyi yapmadan karşına çıkan “aman ha” koca bir zincir olarak dolanıyor boynuna. Bunun korkan açısından bir sonuç olduğuna şüphe yok. Fakat korkutanın korkuları için de bir sebep oluveriyor. Evet, korkutan da korkuyor. Bizim sebeplerimiz dışında bir sebepten, korkutamamaktan korkuyor. Çünkü onu “korkutan” yapan bizim korkularımız. Öyleyse, koltuğunu ilk sallayacak olanın bizim korkularımızın tükenmesi durumu olduğunu o da biliyor. Korkutamadığı yerde gücünü ve iktidarını kaybedeceğini de... Hal böyleyken muktedir, gücünü kaybetmemek için baskıyı artırıyor, daha fazla sınır koyuyor ve daha fazla saldırıyor. Örneğin; bir hak ihlaline itiraz ettiğimizde bizim haklarımızı da ihlal etmekle tehdit ediyor. Korkmayıp itiraza devam ettiğimizde aşama aşama önce şiddet uyguluyor, gözaltına alıyor, tutukluyor... İktidarını yitirmekten korktukça uzanan yeni korkular yaratıyor. Hatırlayalım, iki sene önce sokağa çıkarken, metroya binerken, alışveriş merkezine giderken bir bombanın patlaması ihtimali gelir miydi aklımıza? Güle eğlene katıldığımız 8 Mart mitinglerinde hangimiz çocukları evde bırakmayı yahut kendimiz katılmamayı düşünürdük ki? Önce korkuyu yaratıp sonra korkmamız için kendisine biat etmemizi bekliyor. Buradan çıkacak “Korkuya biat edecek miyiz?” sorusunun cevabı hem kendi kişisel tarihimizde hem de birlikteliğimizde saklı.YETER Kİ ELİN ELLERE KAVUŞSUN
Karanlık bir sokakta yürürken bana laf atanlara dönüp ilk cevap verişimde onun da benden korktuğunu gördüğüm ilk ‘an’ı da hatırlıyorum. Aldığım hazzı da. O adam benimle karşılaştıktan sonra bir daha aynı şeyi yapabilmiş midir acaba? “Sokağa çıkamazsın” diye yasak koyanlara karşı on binlercemizin sokağa çıkıp verdiği cevabın iktidarda yarattığı suskunluğun hazzı da bundan farklı değildi. Korkmak insana dair ve güçlü bir duygu fakat korkudan daha güçlü ve dönüştürücü bir his var: Cesaret. Korkuların üzerine gitmenin esasen korkuyu yaratanın, yani iktidarın üzerine gitmek olduğunu görmemiz gerekiyor. Karanlık bir sokakta yalnız başına yürümenin korkutmadığı bir gelecek yaratmak zorundayız. Bilmeliyiz ki kimse gelip bizi kurtarmayacak, biz kendimizi kurtaracağız.Korkudan özgürlüğe geçiş bir elin diğerine değmesinde saklı. İşte bu noktada Sennur Sezer bize sesleniyor:Sabah Türküsü
Hey
Bir sabahın üç kapısı var göğe
Biri umut
Al umudu
Ver çocuğa büyütsün
Büyütsün de yürüsün
Hey hey
Bir sabahın üç kapısı var göğe
Biri emek
Ellerinde ışıyan
Işıt gitsin
Yol boyu
Yürüsün
Heyhey de hey
Bir sabahın üç kapısı var göğe
Biri korku
Çal yere.
Emek senin umut senin
Korku ne?
Yeter ki elin ellere kavuşsun
- EN SON
- ÇOK OKUNAN
- ÖNERİLEN
Editörden
Bültenimize abone olun!
E-posta listesine kayıt oldunuz.